Blog

Sohbetler: William Ewing

25 Nisan 2019 Prş

Borusan Contemporary’de 2016’da gerçekleştirilen Aqua Shock: Su Projesinden Bir Seçki sergisinin misafir küratörü.

NAZ CUGUOĞLU
nazcuguoglu@gmail.com

Küratörün bir kurumun koleksiyonuna davet edilmesi çeşitli anlamlara gelebilir: Bir diyalog veya monolog, mevcut anlatıları yeni anlamlar ile tekrar tanımlamak ya da yeniden şekillendirmek için içlerini boşaltmak. Bu işbirlikleri, her iki tarafın da yatay düzlemde müttefikler olmasını, cömertliği gerektiriyor. Ancak bu şekilde kırılmış ilişkilerden oluşan dünyamızda bir alt-paylaşım müştereği mümkün oluyor.

Borusan Contemporary, son altı yıl içinde, bu olasılıkların doğması için giderek büyüyen yeni medya sanat koleksiyonuyla çalışmak üzere yedi küratörü bünyesine davet etti. Bu konuşma dizisi, her zaman dönüşmekte olan bir şehirde, mekâna özgülük ve zamansallıkla işaretlenmiş bu birleşme ve ilişkiler ağına verilen bir cevap niteliğinde.
– Naz Cuguoğlu

Naz Cuguoğlu: Borusan Contemporary'de “Edward Burtynsky: Aqua Shock - Su Projesi”nin küratörlüğünü yaptınız ve su sorununun dünyadaki en aciliyetli konulardan biri olmasına yoğunlaştınız. Bu sergiyi Boğaz'ın yanı başındaki bir kurumda yapmak sizin için nasıl bir tecrübeydi? Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Pera Müzesi’nde ve SALT Beyoğlu’nda su siyasetine, suyun günlük ritüellerdeki yerine ve su üzerine düşünme yöntemlerine değinen iki sergi gerçekleşti. Bu siyasi durumun sizin küratöryel kararlarınızı etkileyip etkilemediğini merak ediyorum.

William Ewing: Boğaz'a atıfta bulunmanız ilginç, çünkü Boğaz’ı ilk defa elli yıl önce 1969'da gördüm ve benim için çok etkileyici bir tecrübeydi. O zaman Boğaz’ın tarihi hakkında bir şeyler biliyordum ve bu etkinin önemli bir parçasıydı, ama Boğaz aynı zamanda çok güzel, çok çarpıcıydı. Orient Express’e Paris’ten binmiştim ve o sırada daha köprüler yapılmamıştı, bu yüzden özellikle geceleri sadece fenerlerle aydınlatılmış teknelerle kaplı Boğaz’a bakmak baş döndürücüydü. Şimdi her şey değişti. Bir taraftan teknolojinin zaferini görmek (köprüler insanların hayatlarını dönüştüren önemli başarılar), bir taraftan da hiç durmadan akmakta olan suyun var olmaya devam etmesi, bir hatırlatma. Su artık bir sınır, bir engel değil, farklı bir anlam taşıyor. Şimdi suyu kolayca harcanabilen değerli bir kaynak olarak, daha soyut bir şekilde algılayabiliyoruz.

O zamanlar su hakkında küresel bir bilinç yoktu tabi. Su sonsuz gibi gözüküyordu, hava gibi. Şimdi bu algı değişti. Ed’in sergisine gelen herkes suyun değerli bir kaynak olduğunun farkında. İsviçre’den bu satırları yazarken buzlar eriyor ve su, her yerde olduğu gibi burada da önemli bir konu.

Küratöryel kararları Türkiye’deki durumla birebir ilişkilendirerek almadık. İmgeleri belirli bir konu etrafında seçmedik; çok farklı konularda imgeler olduğunun tabi farkındaydık ama odak noktamız imgenin gücüydü. Ed’in işleri sizi bu güçle içlerine çekiyor ve şu sorular gündeme geliyor: Bu nedir? Ne anlama geliyor? Bütün bu sorular tetikleyici.

Bir serginin küratörlüğünü yapmak, dergi yazısını editlemekten çok farklı bir tecrübe. Editör olarak, ‘bu imgeye ihtiyacımız var çünkü Asya’nın şurasından bir şey göstermeliyiz’ ya da ‘burada çöl çiftçiliğinde suyun kullanımı gösteriliyor’ diyebiliyorsunuz. Sergi küratörlüğünde ise bu kısıtlamalar yok; en kuvvetli imgeleri seçiyoruz. Daha sonra oturup düşününce de, ‘bütün bu görseller bir araya geldiğinde konunun farklı boyutlarını görebiliyoruz,’ diyebiliyoruz.

NC: Borusan Contemporary’nin koleksiyonunu inceleme fırsatınız oldu mu? Koleksiyonla ilgili fikirlerinizi paylaşmak ister misiniz? Eğer bir hikaye anlatıcısı olsaydınız, dinleyicilerinize koleksiyon hakkında nasıl bir hikaye anlatırdınız?

WE: Sergideki diğer işleri çok beğendim ve yerleştirilme biçimlerinde ince bir hassasiyet olduğunu düşündüm. Fotoğrafçıların birçoğunun işlerini daha önceden tanıyordum. Örneğin, Otto Olaf Becker’la çalışmıştım. Hem Ed’in hem Otto’nun işlerini Medeniyet sergimde göstermiştim. Massimo Vitali de bu sergiye dahildi. Lynn Davis ve Michel Kenna’nın işlerinin olduğu sergiler de yaptım. Ola Kolehmanien’in işleri ise benim için yeni bir keşif oldu. 

Hikaye anlatmak gerekirse bu hikayeyi görsel bir şekilde kurgulardım. Koleksiyon sergisi yapmak için davet edilseydim ve tamamen özgür olsaydım her işi bir cümledeki kelimeleri seçer gibi tamamen görsel olarak düşünerek seçerdim. Bir işle başlardım, sonra bir diğeri, sonra bir tane daha. Hikaye buradan çıkardı ve size garanti ederim ki ilk hayal ettiğimden çok farklı bir yere varmış olurdum!

NC: Küratöryel pratiğinizde fotoğrafa yoğunlaşmanızın nedeni neydi? Fotoğrafın belge, geçmiş, tarihsel hikaye anlatımı, öznellik ve diğer merak konularınızla ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

WE: Fotoğrafa girişim gerçek anlamıyla tek bir gecede gerçekleşti. 1972’de yaşadığım şehir olan Montreal’de güzel bir beyaz küp galeri mekânı keşfettim. Burayı hemen tutup o anda şehrin fotoğrafa ihtiyacı olduğuna karar verdim; şehirde fotoğraf gösteren bir yer o zamanlarda yoktu ve hatta dünyada bile çok fazla fotoğraf galerisi yoktu diyebiliriz. Önceden hiçbir şey bilmiyordum ve her şeyi yaparak öğrendim, hatalar yaptım, düzelttim, ilerledim. Hataları kabul etmek, atılımlar yapmamı kolaylaştırdı.

İmge üretiminin estetiğini ve belgesel yaklaşımını çekici buluyorum. Kurgulanmış fotoğrafları, kavramsal fotoğrafları doğrusu sıkıcı buluyorum. Bu tarz işlerde birkaç fotoğrafa baktığınızda bir fikir edinebiliyorsunuz ama proje 100 fotoğrafa yayılmış oluyor.

Fotoğrafla tanıştığımda, akademi ağır elini daha mecranın üzerine koymamıştı. (Burada saygı duyduğum tarih araştırmalarını ve düşünme biçimini ayrı tutuyorum.) Bugünlerde sanat okullarından nelerin çıktığını görüyoruz; işlerin çoğu sosyo-politik, direkt işler ve zaman içerisinde anlamlarını yitiriyorlar. Antropoloji eğitimi aldım ve işlerde her zaman bu kültürel anlamlılığı arıyorum. Moda fotoğrafçılığıyla ilgilenmiyorum; cinsiyet, beden, kimlik, mantra gibi tekrarlanan kelimeleri destekleyen zayıf işler benim için bir şey ifade etmiyor. Bu tarz yaklaşımlar tabi destek fonlarını alıyorlar ama birkaç önemli iş dışında gelecekte kalıcı olacaklarına inanmıyorum.

Fotoğrafta sevdiğim şey her zaman bir şey hakkında olması. Okumak ve düşünmek gerekiyor. Mesela Ed Burtynsky’de sevdiğim şey, eğer su konusundan devam edersek, dünyada büyük bir krize dönüşen bu konu hakkında okuma ve düşünme fırsatım oldu. Yaşadığım İsviçre’de bile buzların erimesinin getirdiği birçok sorun var. Konunun aciliyeti bir yana, benim için en önemli karar mercisi gözüm: İmge kuvvetli mi? Bir şey ifade ediyor mu? Anlamlı mı? Beni içine çekiyor mu? Konunun kritik olması imgeyi başarılı yapmıyor. Benim için en büyük hayal kırıklıklarından biri önemli bir konuda vasat fotoğrafların üretilmesi. Neyse ki önemli bir konu ve iyi fotoğrafçı ikilemelerinden yeterince var da kendimi motive etmeye devam edebiliyorum.

Meraktan bahsettiniz. Çoğu zaman bir imgeyi keşfettiğimde ki bu moda fotoğrafı da olabilir, reklam da olabilir, merak hissediyorum. Sanki geçmişten gelen tuhaf bir şeymiş gibi. Geçmişin daha keşfedilmemiş bir ülke olduğunu düşünüyorum çoğunlukla ama yeterince merak etmiyoruz. Küratör olarak tarihle ilgili bir şeyler yapmak istediğinizde dirençle karşılaşıyorsunuz. Bunu kısmen anlayabiliyorum, sürekli dönüşmekte olan bir zamanda yaşıyoruz ve insanların sanatçıların anten görevini görmesine ihtiyacı var. Fakat geçmişi hızlı bir şekilde unutmak tehlikeli.

NC: Yakın zamanda gerçekleştirdiğiniz projeler arasında “Civilization: The Way We Live Now“ var. Sergi, Seul, Pekin, Melbourne ve Montreal’de gösterilecek. Medeniyetin bilgiyle olan ironik ve nüanslı ilişkisiyle ilgileniyorsunuz. Bu serginin küratörlüğünü yaptıktan sonra 21. yüzyıl sizin için nasıl gözüküyor? Gösterdiğiniz işler arasındaki ironiden bahsedebilir misiniz? İnsanların bugün nasıl yaşadığına dair öğrendiğiniz ve sizi şaşırtan şey ne oldu?

WE: Sergi, Marsilya’daki Medeniyetler Müzesi’nde ve Yeni Zelanda’daki Auckland Sanat Galerisi’nde de gösterilecek. Batı’da farklı gösterimler de söz konusu ama daha detaylar netleşmedi.

Holly Roussell’le birlikte kişisel bir karar verdik. ‘Medeniyet’ büyük bir kelime, bu yüzden de serginin bunu destekleyecek ağırlığa sahip olması gerekiyordu. Hangi işlerin dahil edildiği ve nelerin dışarıda bırakıldığının izleyiciler tarafından sorgulanacağını düşünüyorum. Sergide 140 sanatçı var; bu hem çok büyük bir sayı, hem de küresel ölçekte iyi işler üretmekte olan binlerce sanatçı düşünüldüğünde o kadar da yüksek bir rakam değil. Rahatlıkla yüz sanatçı daha listeye eklenebilirdi. Serginin izleyiciyi yormamasını da istiyorduk, bu yüzden hırslarımıza hakim olduk. Buna rağmen zamanımızın önemli konularına dokunmuş olduğumuzu düşünüyorum; şehirlerdeki dönüşüm, değişmekte olan sosyal ilişkiler, çevre kirliliği, göç, rahat ve kaçış, protesto, şiddet. Ama sergimiz belgesel bir sergi de değil; sergideki güçlü imgelerin izleyicileri tetiklemesini istiyoruz, onların hayal gücünü heyecanlandırmasını istiyoruz.

Sergiyi kuş bakışı ya da bir uydu perspektifi olarak düşünüyorum: Fotoğraf alanına baktığımızda ne görüyoruz? Fotoğraflar her yerde! Her şeyi belgeliyor ve yorumluyor! Fotoğrafçılar yalnız çalışsa da fotoğrafın kolektif bir vizyon olarak işlediğini, günümüzün kolektif bir portresini oluşturduğunu düşünüyorum.

21. yüzyılın benim için neye benzediğini sordunuz. Yarı karamsar yarı iyimser bir görüşe sahibim. Daha çok karamsar olmaya başladığım doğrudur. Liderlerin beceriksizliği, bilimin maksimum verime hizmet etmesi, hızlı kar etme yöntemleri, şaşırtıcı hızla artan çevre kirliliği ve tabi iklim değişikliği ve bundan da kötüsü, iklim değişikliğinin yadsınması.

Fakat burada bir küratör olarak sorumluluğumun fotoğrafçıların bu konularla neler yaptığını göstermek olduğunu düşünüyorum ve başka konular da oldukça önemli. Amacımız 21. yüzyıl medeniyetinin eleştirisini üretmek değil, fotoğrafçıların bu büyük konularla nasıl çalıştığını göstermekti. Bazı fotoğrafçıların siyasi fikirleri var ve bunu dile getiriyorlar. Bazılarıysa arkalarına yaslanıp yorum yapmamayı ve fotoğraflarının onlar adına konuşmasını tercih ediyorlar.

İronilere gelince, izleyicilerden bazıları sarsılamaz bir gerçekliğin gösterildiğini düşünebilir, diğerleriyse bunu ironik bir an olarak algılayabilir. Kore’deki bir gazeteci sergiyi karamsar bulduğunu söyledi. Belki de bu doğru ama iyimser bir tarafı da kesinlikle var. İnsanlar şaşırtıcı bir karmaşıklıkta toplumsal bir makine yaratmışlar. Adı medeniyet olan bu gezegensel, inanılmaz karmaşık yapıyı, Brexit’e evet oyu veren ahmaklar bile anlamaya başladı.

NC: Instagram çağında fotoğrafın küratoryel geleceğini nasıl görüyorsunuz? Röportajlarınızdan birinde ‘Cep telefonlarında 20,000’den fazla imge saklayabiliyorsunuz. Herkes bir müze olabilir,’ demişsiniz. Geleceğin kurumları bu gelişmeyi nasıl yansıtabilir? Hediye ekonomisi ve kaynakların paylaşımı üzerinden düşünecek olursak bu yöntemlerin müzelerin imge paylaşımına nasıl bir etkisi olabilir?

Yeni bir görsel dünyada yaşadığımız konusunda bir şüphem yok, hatta sanal ve gerçek ötesi bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Paylaşımın olumlu yönleri hakkında birçok fikir yürütülüyor ama bunun kısıtlayıcı olduğunu düşünüyorum. Genç fotoğrafçıların eski kitap ve sergi formatlarına özlem duyduklarını gözlemliyorum. Edward Steichen’a 1919’da işlerinin tanınması için en önemli şeyin ne olduğu sorulsaydı, ‘kitaplar, dergiler, sergiler’ derdi ki 100 yıl sonra genç insanlar da aynı şeyi söylüyor!

Sosyal medya tarafındaysa görsel kültürün arttığını düşünmüyorum. Reklam ve pazarlamada yeni yöntemler bulunuyor ve yönlendiriliyoruz. Bu dünyanın faydasını görüyorum, içinde çalışıyorum ama yine de bir çatışma, hatta iki yüzlülük hissediyorum.

Ekranda gördüğümüz imgenin içi boş, hem metaforik hem de gerçek anlamda. Ben bir fotoğraf baskısının duvarda, kitapta hatta elimde olmasına ihtiyaç duyuyorum. O zaman tadını çıkarabiliyorum. Küratörlüğe gelince önüme gelecek olan şeylere açığım ve heyecan verici yeni keşifler yapıyorum ama bu keşif noktalarına ulaşmak için bir sürü banal şeye, hatta bazen tanıdık isimlerin banal işlerine bakmak zorunda kalıyorum.

Her sene Umbria’da fotoğraf için, fotoğrafla yeni gelecekler hayal ettiğimiz bir beyin fırtınası semineri yönetiyorum. Geleceği üç katmanda tanımlıyorum: yakın gelecek yani şu anda barışmak zorunda olduğumuz gelecek (önümüzdeki 2, 3 sene), orta gelecek ki bir evin kredisini ödeme ya da çocuklarınızın eğitim alması olarak tanımlanabilir, yaklaşık 30 sene, ve spekülatif gelecek ki önümüzdeki 100 sene olarak tanımlanabilir. Üçüncü seviyeye hiç gelemiyoruz, hemen her zaman yakın gelecekte kalıyoruz. Acaba hangimiz önümüzdeki 5 seneyi planladığını söyleyebilir? Küratörler, galericiler, yayıncılar… Hepimiz karanlıkta yol almaya çalışıyoruz. Fotoğrafçılara gelince, heyecan verici şeyler olacağı kesin ama korkutucu da. Nereye gitmeli? Ne yapmalı?

NC: Sık sık kitap formatında çalışıyorsunuz: Erwin Blumenfeld, Ray Metzker, Leonard Freed, Arnold Newman monograflarınızı, Out of Focus; Lasting Impressions; The Body; The Face; Landmark: The Fields of Landscape Photography gibi tematik kitaplarınızı düşünüyorum. Kitap formatı küratöryel düşüncelerinizi nasıl etkiliyor? Bir sergiyi kitaba dönüştürdüğünüzde kitabın iki boyutlu formatının sizi kısıtladığını düşünüyor musunuz? Ya da bu formatın sizin için özgürleştirici boyutları var mı? Sergidekinden farklı bir anlatı üretmek mümkün oluyor mu?

WE: Sıradan katalog formatını hiçbir zaman sevmedim. Çoğu zaman kullanışlı olsa da bu format hiçbir zaman benim için ilham verici olmadı. Kendi başına ayakta duran kitaplar yapmayı tercih ediyorum. Kitap ve serginin birbirini tamamladığını düşünüyorum, iki kısmı birbirine dayanan sütunlar olarak hayal ediyorum; ikisinin de birbirine ihtiyacı var.

Evet, 2 ve 3 boyutlu gösterim biçimleri birbirinden çok farklı. Sayfayı çok seviyorum, özellikle de karşılıklı iki sayfa çok hoşuma gidiyor. Duvarları ve köşeleri seviyorum. Aynı imge her birinde farklı bir tecrübeye dönüşüyor. Kitapta sayfayı çevirirken neyle karşılaşacağınızı bilmeme duygusunu seviyorum. Sergiye gittiğinizdeyse mekâna girdiğiniz anda birkaç işi aynı anda görüyorsunuz ve bu da sürpriz unsurunu ortadan kaldırıyor. Bu yüzden büyük, açık alanları sevmiyorum, en fazla dört işin olduğu küçük odaları tercih ediyorum ve böylece her odayı bir ünite olarak kurgulamanız mümkün. Bir odadan bir odaya geçerken sürprizlerle karşılaşıyorsunuz.

Aynı sergiyi farklı müzelerde kurmayı da çok seviyorum. Sergi her gösterimde taze ve yeni bir şeye dönüşüyor. Sergiyi fiziksel olarak yerleştirmek benim için çok keyifli bir süreç. Bunun bilgisayarda yapılabileceğini düşünmüyorum. Ekranda bir taslak yapılsa bile mekânda, mekânı hissederek kurulum yapmanız lazım. Ve her işi tek tek asmak gerekiyor; bir işin yerleşimi diğerini etkiliyor ve gerçekten de bir santim bile çok fark edebiliyor.

Kitaplardan bahsetmek gerekirse, bütün dizgiyi ben yapıyorum. Hangi sayfaya hangi imgenin geleceği, boyutunun ne olacağı ve sırasına ben karar veriyorum. Daha sonra bu verileri tasarımcıya veriyorum ve metni yerleştirip bazı ufak değişiklikler yapıyoruz. Tasarımcıya tasarımın 95%’ini hazır veriyorum diyebilirim. Bu benim için büyük bir zevk ve asla başka türlü yapmak istemem.

Kitaplara gelince, bugün fotoğraf kitaplarının eskiden kutuya konan baskılar gibi işlediğini düşünüyorum; sanatsal bir dizilim, akılcı bir akış yok. Bu da beni hayal kırıklığına uğratıyor. Bazen de çok güzel şeyler görüyorum ve bu da beni mutlu ediyor.

En son olarak da ‘farklı anlatı’ sorunuza gelirsek, şimdi farklı yerlere götürdüğümüz Arnold Newman retrospektifindeki yapı, kitabın yapısından çok farklıydı. Serginin yapısı kitapta işlemezdi, aynı şekilde kitabın yapısı da sergide işlemezdi. Yine de ikisinin birbirinin parçası olduğunu düşünüyorum, aynı bir binanın iki sütunu gibi.

YAZAR HAKKINDA
Naz Cuguoğlu, San Francisco’da yaşamakta ve çalışmakta olan küratör ve sanat yazarıdır. Kolektif düşünme ve üretme yöntemleri üzerine odaklanan Collective Çukurcuma küratöryel kolektifinin kurucularındandır. KADIST, The Wattis Institute, de Young Museum, SFMOMA, Joan Mitchell Foundation, Zilberman Gallery, Maumau, ve Mixer gibi kurumlarda farklı pozisyonlarda görev almıştır. Yazıları SFMOMA Open Space, Art Asia Pacific, Hyperallergic, Borusan Contemporary blog, ve M-est.org gibi mecralarda yayınlanmıştır. Küratörlüğünü üstlendiği sergiler The Wattis Institute, D21 Kunstraum Leipzig, Red Bull Art Around Arnavutköy, 15. İstanbul Bienali’nin kamusal programı, Framer Framed (Amsterdam) ve 5533’ün de aralarında bulunduğu farklı mekanlarda gerçekleşmiştir. Lisans eğitimini Koç Üniversitesi Psikoloji bölümünde tamamladıktan sonra, yüksek lisansını aynı üniversitenin Sosyal Psikoloji departmanında ve California College of Arts’ın Küratöryel Pratik bölümünde tamamlamıştır. Eş-editörlüğünü üstlendiği kataloglar arasında İskenderiye’den Sonra Tufan (2015), Between Places (2016), ve The Word for World is Forest (2020) bulunmaktadır.

Sayfayı Paylaş