Blog

Dalgalar, Kumlar, Rüzgarlar: Akışkan Doğa İmgesinde Çağın Patinası

1 Ekim 2021 Cum

Dönüşen doğa imgesini yakalamak üzerine düşünceler...

Konuşurken sözcüklerimizin arasına sıkça serperek kimi zaman içini boşalttığımız, kimi zaman amiyane bularak alternatiflerini aradığımız, çoktandır kanıksadığımız tabirleri ve bunların anlamlarını düşünüyorum. Deyimler, deyişler, ifadeler... Bir tabiri sürekli duymak, bir süre sonra gerçek anlamını kaybetmesine neden oluyor. Bir fotoğrafçı ve fotoğraf alanında düşünmeyi, yazmayı seven biri olarak, fotoğrafla “anı yakalamak” tabiri, herhalde bu alandaki kalıplaşmış deyişlerin en önde geleni.

Bir anı “yakalamayı”, “hapsetmeyi” düşündüğümde zihnimde canlanan imge hızlı bir olay esnasında yakalanan bir kare, tarihi yaratan ikonik fotoğraflar ya da kendi aile albümlerimde yer alan imajlar oluyor. Kişisel, sosyal ya da politik açıdan güçlü imgeler bunlar. Peki anı yakalamak tabirini, değişimleri “an”dan “an”a çok da fark etmediğimiz bir düzleme taşıdığımızda bizleri nasıl bir karşılaşma bekliyor? Sessizlik, durağanlık yahut yavaşlıkla özdeşleştirdiğimiz doğayı düşünüyorum. Yakın bir zamana dek dönüşüm ve değişimini kendi ritminde yaşayan, yine, yakın bir zamana dek devinimine sonsuz bir güven duyduğumuz doğa imgesi. Her anı durağan hayal edilen bu imgenin; kainatın bir noktasında bir anda, sadece tek bir kareye mahsus olarak hapsedilmesi, fotoğrafın “anı yakalama” özelliğinin neresine düşüyor? Belgesel fotoğraf ve fotojurnalizmde “anı yakalamak” bir alametifarika olarak öne çıkarken, geleneksel anlamdaki doğa/peyzaj fotoğrafında başka bir anlama, “hatırayı koruma”ya dönüşmeye başlıyor.

İngilizcede landscape photography olarak geçen fotoğraf türü, Türkçedeki anlamında hem manzara, hem doğa, hem de peyzaj fotoğrafını barındırıyor. Dahası Jackie Higgins, Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir 1 kitabında bu türün sınırlarını biraz daha zorlayarak, içine Andreas Gursky, Olafur Eliasson, Sohei Nishino gibi isimleri de ekliyor. Böylece bu türün içine şehir, modernizasyon, globalleşme gibi konular da dahil oluyor. Yazara göre peyzaj fotoğrafçılığı yalnızca doğayla değil, bakış ve bellekle de ilgili. Bunun bir adım ötesinde ise karşımıza -iklim krizi ve ekolojide yeni hareketlerin etkisiyle- sosyal ve politik bir endişe çıkmaya başlıyor. Çevreye ve iklim değişikliğine dair endişe duyan, insanın doğaya verdiği tahribatı araştıran, yeniden kullanım süreçlerine önem veren sanatçılar da peyzaj fotoğrafı aracılığıyla bir bilinçlendirme mücadelesinin içine dahil oluyor. Bu metinde, bu türün görece daha geleneksel ve ilk anlamından yola çıkan Michael Kenna, doğayı biraz daha bedensel bir yerden ele alan Boomoon ve çalışmalarını küresel ısınma ile insanın doğaya verdiği tahribat üzerinden şekillendiren Olaf Otto Becker’in fotoğraflarını incelemeye çalışacağım.

Michael Kenna, Donuk Sabah, Onuma Gölü, Hokkaido, Japonya, 2004.
54 x 44 cm. Gümüş baskı.

Michael Kenna, peyzaj fotoğrafçılığı dediğimiz bu türü klasik ve estetik biçimde ele alan bir isim. Oldukça minimal ve sessiz fotoğraflarında, titizlikle belirlenmiş teknik kararlar aracılığıyla seyircinin yorumuna açık bir yapı kuruyor. Bu fotoğraflarda seyircinin kendisini karenin içine yerleştirerek kendi duygu durumunu fotoğrafa geçirmesine mahal veren bir açık kapı var. Nitekim çalışmalarında geleneksel Japon şiir türü olan haikudan da fazlasıyla ilham alan sanatçı; aynen bu şiir türünde olduğu gibi incelikle düşünülmüş, ancak yoruma açık bırakılmış imgeler kuruyor. Uzun pozlamaların pratiğinde oldukça yer kapladığı Kenna, bu pozlamalar aracılığıyla zamansızlık, kusursuz ışık kullanımıyla ise boyutsuzluk hissi yaratıyor. Bu nedenle fotoğrafları gerçek ile hayal, sanatçının kendisi ile izleyici arasında salınıyor.

Kenna’nın fotoğraflarının sessiz şehir ve doğa imgeleri olarak iki kanala ayrıldığını söyleyebiliriz.  “Görüntülerimin özü genellikle insan elinden çıkma yapılarımızın doğadaki daha akışkan ve organik unsurlarla yan yana getirilmesini içeriyor. Gizem ve atmosfere sahip yerlerden, belki de çağın patinasından, açıklamadan ziyade önermekten, 1-2 soru sormaktan hoşlanıyorum. Anıları, izleri, insanın araziyle etkileşiminin delillerini arıyorum. Bazen saf doğayı, bazen kentsel yapıları, çoğunlukla da her ikisini birlikte fotoğraflıyorum.” Kendi fotoğraflarını bu cümlelerle açıklayan sanatçı, kullandığı teknik detaylar ve görsel kararlar aracılığıyla, bahsettiği doğa akışkanlığını ve çağın patinasını aynı potada eritiyor. 2

Michael Kenna’nın fotoğraflarındaki sessizlik ve yalınlık hali, beni bahsetmek istediğim bir diğer fotoğrafçı olan Boomoon’a götürüyor. Boomoon’un su etrafında şekillenen külliyatında “anı yakalamak” tabiri yine oldukça tuhaf bir ikilikte kendine yer buluyor. Su da, bir imge olarak yaklaşıldığında, sanki binlerce yıl önceki doğasını ve özelliklerini koruyan bir bileşik iken; coğrafya ve hareket, daha da önemlisi iklim ve ekoloji açısından baktığımızda her saniye değişen ve tekrarı namümkün bir forma bürünüyor. Sanatçı 2017 yılında İstanbul Boğazı’nda ürettiği Boğaziçi çalışmasında suya ve - kelimenin tam anlamıyla - suyun içine bakıyor. Kanıksadığımız su imgeleriyle başlayan seri, ilerleyen fotoğraflarda suyun içindeki canlılarda zenginleşiyor ve serinin sonuna doğru bir nevi suyun kendisi canlanıyor. Bu canlılık hali için “Balık ve denizanasıyla karşılaşmak, Boğaz'ın bedenini oluşturdukları için kaçınılmaz olabilir.” 3 sözlerini kullanan sanatçı, suyu bir beden olarak ele alıyor.

Boomoon, İsimsiz #10201, Fjallsjokull, 2010.
185 x 281 cm. Lazer krom baskı.

2017 yılında Boomoon’un Boğaziçi’ni ve suyu bir beden olarak ele alışından dört yıl sonra, bu suların döküldüğü Marmara Denizi’nde oldukça menfi bir olay gerçekleşti; deniz, çevre kirliliği ve iklim değişikliğinin bir getirisi olarak müsilaj sorunuyla karşı karşıya kaldı. Doğal döngünün dışında, çok büyük kümeler halinde denizi kaplayan müsilaj, parçalanma aşamasında da suyun içindeki oksijeni tüketmeye devam ediyor. Yıllardır atık deniz muamelesi yaptığımız Marmara’da ortaya çıkan bu durum, Eylül 2021 itibariyle yüzeyde görünmese ve gözlerden ırak olsa bile, deniz hâlâcan çekişiyor. Denizin anasından, denizin can çekişmesine giden, hepimizin bir parçası olduğu bir tahribat patikası, politikası.

İnsanların doğa üzerindeki tahribatı, bazen insan figürlerini görmesek dahi, reddedilemez boyutta. Bunu fotoğraf çalışmalarına oldukça başarılı bir şekilde taşıyan bir başka fotoğrafçı ise, kişisel olarak da yoğun bir hayranlıkla seyrettiğim Olaf Otto Becker. Görsel iletişim ve siyaset bilimi eğitimleri alan, ardından gençliğinde uzun yıllar boyunca resim alanında üretim yapan sanatçının çalışmaları, eğitiminden ve geçmiş tecrübelerinden oldukça etkilenmiş görünüyor. 30 yılı aşkın süredir peyzaj fotoğrafı üreten sanatçı, 2001 yılında Grönland ziyareti sırasında, birkaç sene önce fotoğrafladığı buzullardaki değişimleri fark etmesinin ardından, iklim değişikliğine ve insanın doğa üzerindeki tahribatına odaklanmaya başlıyor. Becker, kendi fotoğraf pratiği ve konularına yaklaşımıyla ilgili “Sadece bildiğimiz şeyleri takdir edip koruyacağız.” 4 diyor. Bu sözler, yok olma tehdidi altında olan ilkel ormanlar için geçerli. Genellikle uzun soluklu çalışmalarında doğa, yıkım ve modernleşmeyi bir arada işleyen sanatçı, bir yandan baktığınızda nefes kesecek denli güzel imajlara sahipken, diğer yandan izleyiciyi keder ve utançla dolduruyor.

Olaf Otto Becker, , Ilulissat 15, 07/2015, 69° 12' 18“ N, 51° 10' 17“ W, 2015.
223 x 364 cm, Aludibond üzerine pigment baskı, diptik.

Bu üç fotoğrafçının işlerine sadece görsel olarak baktığınızda; dalgalar, kumlar ve rüzgarlar aracılığıyla yatay bir salınım sizi bekliyor. Sanki fotoğraflar birbirleriyle dans ediyor. Çalışma konularını ve geride bıraktığımız son on yılın özelliklerini düşündüğümüzde ise farklı bir derinlik algısı oluşmaya başlıyor. Sanki koordinat sistemine yeni bir eksen ekleniyor. İnsanın doğayla arasındaki hassas ilişkiyi farklı yalınlıklarda, politik katmanlarda, metaforlarda ele alışını taşıyor bu eksen. Bu nedenden ötürü olacak, bu çalışmalara birlikte bakmayı seviyorum, bana zihinsel bir oyun oynadıklarını hissediyorum.

İçinden geçtiğimiz çağın değişimine karşı sanat ne yapabilir, elinden ne gelir gibi soruları ilerleyen yıllarda daha sık irdeleyeceğimiz ve sanattaki yansımalarını daha fazla seyredeceğimiz aşikâr. Farklı coğrafyalardan, kültürel katmanlardan ve kökenlerden sanatçıların sesini duyacağımız, daha çeşitli bir çözüm arayışı ise en büyük temenni. 212 Photography Istanbul festivalinin bir parçası olarak, Leyla Ünsal küratörlüğünde sunulan Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu seçkisi, bu çözüm arayışından bir kesit sunuyor. İnsanın doğa, tarih ve yaşam ile hayati ilişkisine dair bir anlatı kuran Başka Bir Kıyamet Mümkün sergisi, 1-11 Ekim 2021 tarihleri arasında Akaretler Sıraevler, 37-39 numaralardaki mekânda izlenebilir.

1- Higgins, Jackie. Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir. 2013.

2- Ayrıntılı bilgi için bkz. Michael Kenna ile Bir Söyleşi, Borusan Contemporary Blog, Mart 2020.

3- Bkz. Boomoon ile Boğaziçi Projesi Üzerine Söyleşi, Borusan Contemporary Blog, Haziran 2020.

4- Bkz. Olaf Otto Becker ile Bir Söyleşi, Borusan Contemporary Blog, Mayıs 2020.



YAZAR HAKKINDA
İpek Çınar
1992 yılında Ankara’da doğdu. 2018 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümü’ndeki lisans eğitimini tamamladı. 2020 yılında UdK Berlin’de yer alan Art in Context Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine başladı.
2011 yılından bu yana fotoğraf ağırlıklı çalışmalar üreten İpek Çınar, yazıyla fotoğrafı harmanlayarak öznel bir dille ifade etmeye çalıştığı hikayeler anlatıyor. Bu üretiminin yanı sıra çeşitli yayınlara metinler, röportajlar ve yazı dizileri kaleme alıyor; sergi katalogları hazırlıyor; özellikle fotoğraf konusunda içerik danışmanlığı yapıyor.
Frederic Lezmi ve Okay Karadayılar projesi The Booklab’de koordinatörlük; Ka Fotoğraf Geliştirme Atölyesi’nde karanlık oda ve kurgu atölyelerinde eğitmenlik; TRT 2 projesi İzler Suretler fotoğraf belgeselinde içerik danışmanlığı yaptı.
Poligon “The Shooting Gallery” ve Ka Fotoğraf Geliştirme Atölyesi’nde kişisel sergiler açtı ve yurtiçi/yurtdışı birçok grup sergisine katıldı. Çeşitli ülkelerde konuk sanatçı programları, çalıştay ve festivallere davet edilerek sergi ve konuşmalarda yer aldı. AICA Turkey’nin de bir üyesi olan İpek Çınar, 2015 yılından bu yana Orta Format’ın eş editörüdür ve dergiyi çok sevmektedir.

Sayfayı Paylaş