Blog

Sohbetler: Christiane Paul

14 Ekim 2019 Pzt

Borusan Contemporary’de 2015’te gerçekleştirilen, Görünenin Ardındaki sergisinin misafir küratörü.

NAZ CUGUOĞLU
nazcuguoglu@gmail.com

Küratörün bir kurumun koleksiyonuna davet edilmesi çeşitli anlamlara gelebilir: Bir diyalog veya monolog, mevcut anlatıları yeni anlamlar ile tekrar tanımlamak ya da yeniden şekillendirmek için içlerini boşaltmak. Bu işbirlikleri, her iki tarafın da yatay düzlemde müttefikler olmasını, cömertliği gerektiriyor. Ancak bu şekilde kırılmış ilişkilerden oluşan dünyamızda bir alt-paylaşım müştereği mümkün oluyor..

Borusan Contemporary, son altı yıl içinde, bu olasılıkların doğması için giderek büyüyen yeni medya sanat koleksiyonuyla çalışmak üzere yedi küratörü bünyesine davet etti. Bu konuşma dizisi, her zaman dönüşmekte olan bir şehirde, mekâna özgülük ve zamansallıkla işaretlenmiş bu birleşme ve ilişkiler ağına verilen bir cevap niteliğinde.
– Naz Cuguoğlu

Naz Cuguoğlu: Borusan Contemporary’de Görünenin Ardındaki sergisini yapmanızın nedeni neydi? Kopuk gerçeklikler ve yabancılaşma fikirleri üzerine yoğunlaşan serginin kavramsal arka planından bahsedebilir misiniz?

Christiane Paul: 2014 yılında sergi üzerine çalışmaya başladığımda, dünya büyük bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine giriyordu. Göç sayıları tırmandı ve bir krize dönüştü. Ekonomik eşitsizlik artmaya devam etti, her yerde dini ve etnik kimlik çatışmalarının yol açtığı şiddetli kavgalar ortaya çıktı ve aynı zamanda demokrasi yanlısı hareketler devam ediyordu. Gezi Parkı Protestoları 2013'te İstanbul'da gerçekleşti; bir siyasi değişim duygusu vardı.

Tüm sosyopolitik ayaklanmalar göz önüne alındığında, gerçeklikle temastan çıkma riskini çeken, çoğunlukla estetik ve biçimsel yönelimli bir sergi yapmak kendimi tuhaf hissetmeme neden olacaktı. O zamanki atmosfer oldukça belirsizdi. İnsanların siyasal sistemlere duyduğu güvenin çürümekte olduğu görüyor, oyundaki tüm siyasi ve ekonomik güçlerin karmaşıklığının anlaşılmasının güçlüğünü hissediyordum. Bu da bendeki yabancılaşma duygusunu tetikledi.

Sergiyi, görünür yüzeyin altında yer alan, güvensizliği oluşturan bu temel güçlerin ve koşulların deneyimine odaklamaya karar verdim. Amacım, bu unsurları yakalayan eserleri direkt göstermekten kaçınarak seçmekti.

NC: Alt metinleri oluşturan sosyo-politik faktörler serginin kavramsal arka planında önemli bir yer tutuyor. Göç ve yerinden edilme gibi önemli sosyo-politik konuların bu işlerde oynadığı rol nedir?

CP: Krzysztof Wodiczko’nun Misafirler adlı video projeksiyonu, Polonya ve İtalya’da yaşayan, aslında Çeçenya, Sri Lanka, Fas gibi ülkelerden gelen göçmen hikayelerine yoğunlaşarak göç ve yerinden edilme konularına dikkat çekiyor. Sanatçı, bu göçmenlerin hem görünür hem görünmez olan, belirsiz statüsünü işliyor. Michal Rovner’in Görünenin Ardındaki’nde yer alan işleri, kırılmış bir taşın yüzeyinden geçerek ya da burada dolaşarak durmadan hareket eden insan figürlerinden oluşuyor. Birçok farklı konuyla ilişkilendirilebilecek iş, göç süreçlerine ve yerinden edilmeye kırılmış taş üzerinden göndermede bulunuyor.

Bütüne bakıldığında projelerin hepsinde bir belirsizlik var ve izleyiciyi insanlık, görünmez güçler, ötekiye karşı duyulan korku gibi konularda düşünmeye davet ediyor. İşlerin hepsi, bilinmeyenin farklı yönleriyle ilişki kurmaya imkan veriyor.

NC: Her biri içinde bulundukları odayı kaplayan üç yerleştirmeden oluşan sergi, izleyicileri içine alan bir sergi tecrübesi oluşturdu. Bu karardan bahsedebilir misiniz? Sergiye hangi odaları dahil edeceğinize nasıl karar verdiniz? İşleri odalarla nasıl ilişkilendirdiniz?

CP: Üç galeri mekanına yayılan yerleştirmeler, soyut hikaye anlatımları olarak işliyordu; geleneksel hikaye anlatımları değillerdi ama serginin teması aracılığıyla birbirleriyle ilişkileniyorlardı. Her oda için seçilen iş serginin kavramsal bağlamıyla ilişki kurarak görünmez güçlere verilen duygusal tepkilerin etrafında düşünsel alanlar yaratmaya çabalamakla birlikte aynı zamanda pratik sebepler de bu kararlarda rol oynadı. Wodiczko’nun Misafirler’inde, karanlık bir alan ve pencereler gözüküyor; bu pencereler aracılığıyla iş bulma ve legal statü kazanmanın zorluklarından bahseden göçmenler var. Bu işi gösterebilmek için daha dikdörtgen biçiminde bir mekana ihtiyacımız vardı ki birkaç tane pencereyi aynı anda gösterebilelim. Aynı zamanda izleyicilerin kendilerini konumlandırabilecekleri bir alan açmamız gerekiyordu. Böylece izleyiciler göçmenlerin ötekiliklerini fark ederek ‘onlar’dan ayrılan bir öteki olduklarını kavrayabilmelerini sağlamak istiyorduk. Odanın aynı anda misafir, yabancı ve öteki hislerini farklı katmanlarda aynı anda iletiyor olması gerekiyordu.

Michal Rovner’in işleri için mekan seçerken de pratik kaygılarımız vardı. İş, taşın üzerine yapılan bir projeksiyon ve birkaç ekrandan oluşuyor. Küçük insan figürleri ‘insan işaretleri’ olarak çalışıyor ve hiyeroglif gibi okunuyor. Böylece, sanatçı zaman, mekan ve insan olmanın arasında kurduğu ilişkileri yansıtıyor. İnsan figürleri geleneksel anlamda metin olmasalar da aslında zamansallık üzerine bir hikaye anlatıyorlar. Rovner’in Kırık Zaman’ı (2009), iki tane kireç taşı üzerine yansıtılmış figürlerden oluşuyor ve bu taşlar o kadar ağır ki asansörle taşıyamadık ve vinç aracılığıyla balkondan sokmak zorunda kaldık. Galeride de bu işin yerleştirilebileceği tek bir yer vardı; işi, taşıyıcı kolonlardan birinin üzerine koymamız gerekiyordu.

Zimoun’un mekana özgü yerleştirmesinden 240 tane karton kutu dc-motorlar aracılığıyla hazırlanıyordu. Müphem güçler tarafından hareket ettirilen ve sallanan kartonların oluşturduğu ses mimarisi beyaz bir alanda daha iyi hissediliyordu. Bu yüzden girişe en yakın yerde, yarı-açık bir şekilde gösterildi. Tecrübe olarak da Michal Rovner’ın işlerinin olduğu karanlık galeriyle arasında oluşan kontrast aynı zamanda insan figürlerinden oluşan zincir hareketle de ilişki kuruyordu.

NC: Borusan Contemporary’nin binası bu kararlarınızda nasıl bir rol oynadı? Binanın boğaza yakınlığı ya da perili bir köşke benzeyen yapısının tuhaf mimarisi sizi etkiledi mi?

CP: Binanın yapısının kendisi serginin kavramsal çerçevesinde bir rol oynamadı. Demek istediğim, binaya göre proje seçmedim ama sergi için mükemmel bir mekandı ve serginin kavramsal bağlamını nüanslarla destekledi. Sergideki önemli temalardan biri olan göç, ülkeler arasındaki sınırlar ve ulus devlet kimlikleriyle ilintili. İstanbul benim için gerçekten inanılmaz bir yer; Avrupa ve Asya arasındaki eşiği temsil ediyor. Dinler, kıtalar ve kültürlerin kesişiminde. Bütün bunlar da halihazırda görünür olmasa bile gerginliklerin varlığını gösteriyor ve bütün bu tansiyon, serginin merkezindeydi. Gerginliklerin karmaşasını anlamanın bazen zor olması belki de belli bir korku yaratarak tarihsel yükün hayalet gibi peşimize düştüğü izlenimini yaratabilir. Boğaz’ın kenarındaki perili bir köşk, kıtalararası bir şehrin ortasından geçen çizgi, bu sergi için en uygun yeri oluşturdu.

NC: The New School ve Whitney Müzesi’ndeki rolleriniz birbirini nasıl besliyor? (Hem pedagojik hem de disiplinlerarası perspektiflerden değerlendirmeniz gerekirse)

CP: Birbirinden farklı ama tamamlayıcı konumlarda çalışıyor olmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum ve bu sayede kusursuz bir geri dönüş döngüsü oluşuyor. Whitney’de ve başka yerlerde yaptığım küratoryal çalışmalar, dijital sanat hakkında yazdığım yazıların ve yaptığım araştırmaların temelini oluşturuyor ve ders verirken kullandığım malzemeye dönüşüyor. Pratik ve teori alanında paralel olarak çalışabiliyorum ve bu sayede yaptıklarımı temellendirebiliyorum, öğrencilerime ‘gerçek dünya’ tecrübesi sunabiliyorum. Tabi araştırmalarım aynı zamanda küratoryal kavram çerçevelerimi de dönüştürüyor. Şu anda The New School’daki Sheila C. Johnson Design Center’ın direktör ve baş küratörlüğünü yürütüyorum; burası aynı zamanda üniversitenin iki galerisine ev sahipliği yapıyor. Whitney gibi kurumlarda küratoryal çalışmalar yapmış olmak, The New School galerilerinin sergi programlarını oluşturmamı kolaylaştırıyor; okuldaki sergi programlaması doğal olarak müfredat ve öğrenmeyle doğrudan ilişkili.

NC: Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsunuz?

CP: Birkaç çevrimiçi proje siparişi üzerine çalışıyorum. Projeler Whitney Müzesi’nin artport websitesinde önümüzdeki sene içinde lanse edilecek. Aynı zamanda sanat ve yapay zeka üzerine bir serginin küratörlüğünü üstlendim. Gelecek sene The New School’un Anna-Maria ve Stephen Kellen Galerisi’nde açılacak serginin ismi şimdilik The Question of Intelligence – AI and the Future of Humanity [Zeka Konusu: Yapay Zeka ve İnsanlığın Geleceği]. Sergide, dijital sanatın yapay zeka alanındaki farklı gelişmelerle nasıl ilişki kurduğunun izini tarihsel ve kavramsal olarak sürmeye çalışacağız. Sanat işleri, duyuların otomatikleştirilmesi, yapay zekanın gözlem, emek ve bilgi üretimi üzerinden toplumları nasıl etkilediği ve yapay zekanın yaratıcılık ve sanatsal yaratı potansiyellerini araştıracak.

 

YAZAR HAKKINDA
Naz Cuguoğlu, San Francisco’da yaşamakta ve çalışmakta olan küratör ve sanat yazarıdır. Kolektif düşünme ve üretme yöntemleri üzerine odaklanan Collective Çukurcuma küratöryel kolektifinin kurucularındandır. KADIST, The Wattis Institute, de Young Museum, SFMOMA, Joan Mitchell Foundation, Zilberman Gallery, Maumau, ve Mixer gibi kurumlarda farklı pozisyonlarda görev almıştır. Yazıları SFMOMA Open Space, Art Asia Pacific, Hyperallergic, Borusan Contemporary blog, ve M-est.org gibi mecralarda yayınlanmıştır. Küratörlüğünü üstlendiği sergiler The Wattis Institute, D21 Kunstraum Leipzig, Red Bull Art Around Arnavutköy, 15. İstanbul Bienali’nin kamusal programı, Framer Framed (Amsterdam) ve 5533’ün de aralarında bulunduğu farklı mekanlarda gerçekleşmiştir. Lisans eğitimini Koç Üniversitesi Psikoloji bölümünde tamamladıktan sonra, yüksek lisansını aynı üniversitenin Sosyal Psikoloji departmanında ve California College of Arts’ın Küratöryel Pratik bölümünde tamamlamıştır. Eş-editörlüğünü üstlendiği kataloglar arasında İskenderiye’den Sonra Tufan (2015), Between Places (2016), ve The Word for World is Forest (2020) bulunmaktadır.

Sayfayı Paylaş