Blog

Edip Cansever Üzerine Konuşmalar - II

29 Mart 2022 Sal

Şairin Aile Hayatı ve Kişiliği
Konuk: Ömer Cansever
Moderasyon: Dr. Necmi Sönmez

Necmi Sönmez: Sevgili Ömer Bey, çok teşekkür ederim bugünkü görüşmeyi kabul ettiğiniz için. Ben ablanızın da bu görüşmede olmasını çok isterdim ama kendisinin sağlık problemleri sebebiyle bugün bize katılma imkânı bulunmuyor.

Uzun bir süreden beri Borusan Contemporary’de hazırladığım sergi sebebiyle Edip Cansever’in bütün kitaplarını tekrardan okuyorum yavaş yavaş. Bu süre içinde beni en çok etkileyen, kafamın içinde dönen sorulardan bir tanesi de Edip Cansever’in nasıl bir kişi olduğuydu. Çocuklarıyla, ailesiyle, sizlerle nasıl bir diyalog içinde olduğu… Biraz da çekirdek ailesi ve bu aile içindeki diyaloğu giderek ilgimi çekmeye başladı. Geçenlerde bana gönderdiğiniz, sevgili Eray Canberk’in kaleme aldığı A’dan Z’ye Edip Cansever isimli kitabı okuduktan sonra bu ilgim daha da arttı. Acaba annenizi ve babanızı nasıl hatırlıyorsunuz? Çocukluğunuzda ve yetişkinlik dönemlerinizde annenizle, babanızla, ablanızla olan ilişkileriniz nasıldı? Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Ömer Cansever: Tabii bir insanı anlatmak kolay değil. Hele bu babam olursa, Edip Cansever ismi olursa daha zor oluyor. Aslında bizim bütün yaşadıklarımız evdeydi. Babam ataerkil bir aileden geliyor. Üç kız kardeşi daha var. Dolayısıyla biz torunlar, kuzenler, yeğenler olarak kalabalık bir aile yapısına sahiptik. Yazları Göztepe’de oturulurdu. Oralarda iç içe, halalarımla, kardeşlerimle birlikte otururduk.

Annem edebiyat dünyasının içinden olmadığı için daha kolaydı. Aileyi o idare ederdi. Annemin edebiyat dünyasından olmayışı bizim ailede bir denge unsuru oluşturdu. Annem bizimle çok ilgilendi. Bizim evde daima toplantılar olurdu. Edip Cansever’in dostu epey vardı: Can Yücel, Metin Eloğlu, Oktay Rıfat ve eşi, Kemal Bekir ve eşi Özcan Hanım, Turgut Uyar. Aşağı yukarı haftanın iki üç günü evde toplantılar olurdu. Bu toplantılarda güzel konuşulur, bazen kavga edilir, sonra her şey unutulur, ertesi gün tekrar başka yerde görüşülürdü. Annem de bu toplantıları organize etmekten hoşlanırdı. Annem içki de içmezdi pek.

Babam felsefeyi çok severdi ve tabii ilk olarak da şiiri severdi. Bir de tiyatro yazmayı çok severdi. Belki biraz daha uzun süre yaşasaydı tiyatro, piyes yazacaktı. Zaten bazı Bezik Oynayan Kadınlar’ı Orhan Alkaya, Ben Ruhi Bey Nasılım’ı Uğur Polat oynadı. Sekiz yıl boyunca sürdü o oyun aşağı yukarı.

Babam yaşantısına dikkat ederdi. Hep yenilikler peşindeydi. Hassas bir insandı. Çok dikkatli yazardı. Bazen akşam gittiği yerlerde notlarını peçeteye alır, sonra ertesi gün defalarca daktiloda değiştirirdi. Normal bir işe gidiyormuş gibi odasına gidip akşam 5’e kadar çalışırdı. Bunu iş edinirdi. Bize de seyahatler düşerdi. Bizi kimi mekanlara götürürdü. Mesela Degüstasyon, Çiçek Pasajı, Cumhuriyet Meyhanesi, Yakup’un Yeri. Bunlar meşhur yerlerdi. Oralara giderdik. Ben öğlenleri giderdim. Yemeğimi yer, kaytarırdım biraz. Anlayacağınız renkli kişiliği olan bir adamdı. Aileye çok düşkündü. Bize de çok düşkündü. Bizimle arkadaş gibiydi. Her konuyu bizimle paylaşır, bu paylaşımdan sonra da zor zamanlarda nasihat verirdi. Tabii yaşarken Edip Cansever’i tahlil etmek kolay değildi. O bizi tahlil ederdi.

Necmi Sönmez: Ben tabii çok uzun bir süre onu yazdığı şiir üzerinden tanımaya çalıştım. Fakat gördüm ki yazdığı şiirle kendi hayatı arasında çok direk bir bağlantı kurmamız mümkün değil. Çünkü yazarken tanımladığı bireyin dünyasıyla kendi yaşadığı dünya, sizin biraz evvel anlattığınız aile hayatı, çocuklarıyla etrafıyla olan ilişkisi aslında biraz zıt gibi duruyor. Birbirleriyle çok örtüşmüyorlar. Ben aslında bunun biraz da dönemsel bir şey olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz 70’li yıllar Türk sosyal hayatında çok çalkantılı yıllar. Edip Cansever’in şiiri de 60’lar ve 70’lerde 20 yıllık bir süreç içinde şekilleniyor. Bunlar toplumsal olarak çok fazla polarizasyonların olduğu ve bireylerin aslında kendilerine bir yer, bir konum, bir özellik aradıkları dönemler. Dolayısıyla Edip Cansever’in şiirindeki bireyin karamsar dünyası belki de bunu yansıtıyor ve ben bu bireyin dünyasıyla kendi kişisel dünyası arasındaki, çekirdek ailesi arasındaki ilişkiyi, diyaloğu merak ediyordum. Ama sizin anlattıklarınızdan çok daha farklı bir Edip Cansever portresi çıkıyor ortaya.

Ömer Cansever: Babam gerçekten aileyle işi ve şiiri ayırabilen bir insandı. Hatta iş hayatını da başkasına devrederek, bir ortağına devrederek kendine özgü bir çizgi çizerek yaşayan bir kişiliği vardı. Fakat dediğiniz gibi o günkü çalkantılı yaşam biçiminin, bugüne de benzetebiliriz belki, onu çok etkilediğini biliyorum. Hatta bir sözünü hiç unutmam: “Şiir ve roman geri kalmış, acı çeken toplumlarda gelişir.” derdi. O zaman örnek olarak Güney Amerika’daki birkaç yazarın ismini verirdi. Burada isimlerini söylemeyeyim.

Kendi özel hayatını ve şiir hayatını çok iyi ayırdığı için biz onun şiir hayatında neler konuştuğunu, neler yaptığını pek bilmezdik. Ama benimle ve ablamla kahve içerdi. Kahveyi kendi yapardı. Biraz fazla sigara içerdi. Bunun da etkisi olmuştur, ameliyattan sonra vefatıyla ilgili.

Şiirlerini yazarken çok titiz davranırdı ve bir daktilosu vardı. O daktiloda yazmadan, işini bitirmeden çıkmazdı. 5’e kadar odasında oturduğunu çok gördüm, çok bilirim. Hatta giyinip, normal ceket giyip öyle gelirdi odasına. Yani çok disiplinliydi o konuda. Çelişkili bir davranışı yoktu.

Annem çok güzel yemek yapardı. Evdeki davetleri zevkle karşılardı. Bizimle annem ilgilenirdi; okulumuzla ve diğer sosyal işlerle. Biz arkadaş gibi büyüdük yani bizim ailemizde hiçbir zaman kavga olmazdı. Çünkü babam zaten yapı olarak hassas bir mizaca sahip olduğu için çok öyle kavga edecek biri değildi. Ara sıra belki olmuştur, biz görmemişizdir. Ufak tefek şeyler. Ama o masalar dostluklarla kurulurdu. Mesela ben hatırlarım bir sabah kalktığımda Can Yücel masanın üzerinde uyuyordu. Ben okula gidiyordum. Yani sohbetler öylesine uzardı o zamanlar. Yurt dışına gitmek de zordu şairler yazarlar için. Masalarda devamlı bazı konuları konuşmak da zordu. 70’li yıllar istibdat dönemini anımsatan yıllardı. Bunların etkisi de olabilir ama gerçekten babam çok yumuşak, bizimle çok dost olan bir şairdi. Dolayısıyla çok mutluyum onun gibi bir babam olmasından.

Necmi Sönmez: Peki günlük ritüelleri nasıldı, sabah kaçta uyanırdı mesela?

Ömer Cansever: Sabah erken kalkardı. Sekiz buçukta, sekizde kalkardı. Duş alırdı. Kahvaltı ederdi. Ama ilk kahvesi ve sigarasını odasında içer, daktilosunu açardı. Daktilosunu açtığı zaman ya beni ya ablamı kahveye çağırır ama kahveyi iki tane yapardı. O zamanlarda ben fazla bulunamadım; yurt dışına gitmiştim okumak için. O dönemler daha aktif dönemleriydi. Biz Etiler’e çıkış yokuşunda otururduk. Yani disiplini şöyleydi: İşe gider gibi şiir yazmaya giderdi. Zaten erken bıraktı Kapalıçarşı’daki işini. Bir on yıl tamamen yeni evimizde kaldık ve orada devamlı odasına girip şiir yazardı.

Necmi Sönmez: Bu daktilonun kapağının açılması, kapanması konuşmalarınızda çok geçiyor. Bu daktilo duruyor mu hala?

Ömer Cansever: O daktilo duruyor. Ben babamın kitaplarını Mimar Sinan Üniversitesi Kütüphanesi’ne bıraktım. Oraya bağışladım. Bazı imzalı kitaplarıyla, daktilosu ve bazı resimleri şu an bende. Muhtemelen mart başı onları da götürüp Dekan hocama teslim edeceğim. Daktilosu, bir de gözlüğü meşhur, bende duruyor. Kırk yıldır saklıyoruz onları aşağı yukarı.

Necmi Sönmez: Bence bu tür kendine özgü yazı ritüelleri olması çok ilginç. Peki siz önemli bir şairin çocuğu olduğunuzu ilk kez nerede duyumsadınız? Çünkü bunun hem sizi hem ablanızı bir şekilde etkilediğini düşünüyorum.

Ömer Cansever: Tabii benim hayatımı da ablamın hayatını da etkiledi. Babam hep bize dürüst doğru bir insan olmayı aşıladı. Eğitim olarak da insanlara daha hümanistçe yaklaşan bir kişiliğimizin olmasını isterdi. Çok nasihatler verdi. Biz de uyduk. Şu an ablam 74 yaşında ben de 69 yaşındayım. Sosyal olarak hiçbir şekilde babamın isteklerinden farklı bir boyutumuz olmadı. Hatta mesela ben hasta Galatasaraylıyım. Galatasaraylı olmamın nedeni babamdı. Babam da hasta Galatasaraylıydı. Fakat 45’inden sonra, işini bıraktıktan, kendini emekli edip şiir yazmaya başladıktan sonra maçlara gitmeyi bıraktı. Çok maça gitmiştik beraber, Galatasaray maçlarına... Beni Galatasaraylı yapan da odur yani.

Necmi Sönmez: Çok ilginç. Tekrar konuyu Eray Canberk’in kitabına getireceğim. Kitapta bazı fotoğraflar da var. Bu fotoğraflara baktığınızda birtakım edebiyatçılarla ailece görüştüğünüz de ortaya çıkıyor: Turgut Uyar var, Tomris Uyar var, Can Yücel ve eşi var…

Ömer Cansever: Metin Eloğlu çok gelirdi. Kemal Bekir onun eşi Özcan Özmanav gelirdi. Oktay Rıfat ve eşi gelirdi. Ama en çok Turgut Uyar gelirdi. Çok sohbet ederlerdi. Bebek’te buluşurlardı çoğu zaman. Zaten gittikleri yerler de belli yerlerdi. Mesela Rumelihisarı’nda Avcı Restoran’a giderlerdi. Orada sohbet ederlerdi. Daha sonra Arnavutköy’de Kaptan’ın Yeri diye bir restorana takılmaya başladılar. Sabit, belli bir üçgenin içinde yaşayan insanlardı çoğu, yani bütün İkinci Yeni şairleri gibi. Bunların içinde renkli olan daha değişik konuşan Can Yücel’di. O biraz daha neşeli, bağıra çağıra konuşurdu. Biraz garipserdik ama neticede o da enteresan bir adamdı. Bize çok güzel hikayeler anlatırdı. Uzun yıllar böyle geçti.

Necmi Sönmez: Ben tabii bu konuşmayı yapmadan önce acaba Edip Cansever’e ait nasıl görüntü bulabileceğime dair bir araştırma yaptığımda Youtube’da Ahmet Oktay’la yaptığı çok etkileyici bir konuşmaya rastladım.

Ömer Cansever: TRT’de yayınlandı o konuşma. Ahmet Oktay çok iyi bir analizcidir. O ilk ve son programıdır zaten babamın. Ahmet Oktay TRT’de uzun müddet bu programı yaptı. O da bize çok sık gelirdi. Eşi ressamdı, Tülay Hanım.

Necmi Sönmez: Tülay Hanım evet. Tülay Börtücene.    

Ömer Cansever: Babam çok güvenirdi Ahmet Oktay’a. Çok severdi onu. O da gelirdi eve ama karşıda otururdu yani bugünkü Bostancı tarafında otururdu. Çok sık geçemezdi karşıya. O zamanlar vasıta sıkıntısı vardı. Bu kadar gelişmemişti, köprüler, yollar. O daha az gelirdi bize ama uzun uzun sohbetleri olurdu. Hep sohbet toplantılarıyla geçen bir ömür işte, şiir üzerine…

Necmi Sönmez: Ben o konuşmada bir şeye çok dikkat ettim. İkisi de tabii çok konsantre olmuş bir halde konuşuyorlar. O kadar ilginç ki ağızlarından çıkan her kelime sanki çok uzun süre düşünülmüş ve adeta belirli bir sinerji akışıyla tasarlanmış gibi. Bugün artık olmayan bir konsantrasyonla konuşuyor ikisi orada. Edip Cansever 50 yaşında 55’ini belki yeni geçmiş. Ses tonu, vurgusu, konuşması, gözlüğünü takıp indirmesi ve ikisinin de müthiş sigara içmesi, sigara içme ritüelleri beni çok etkiledi ve şunu anladım: Hakikaten konuşmaya belirli ağırlık katıp biraz da ilk anlamı değil de ikinci üçüncü anlamları duyumsatabiliyorlar. Ve bugün bizim bilemeyeceğimiz ya da çok iyi yorumlayamayacağımız bir ironiyle konuşuyorlar. Yani konuştuklarını çok önemsiyorlar ama bir yandan da yaptıklarına karşı çok tuhaf diyebileceğim daha ziyade ironi yüklü bir yaklaşımları var. Ben bunu hep merak ettim. Babanızın ironi yüklü olma gibi bir özelliği var mıydı, yani dediğinin arkasında başka bir şeyler de olabileceğini size hissettir miydi konuşurken?

Ömer Cansever: Tabii ki. Mesela şiirlerini annem okurdu. Çok dikkatli. En az iki kere, üç kere okurdu. Annem de çok dikkatli dinlerdi ve yorumlarını söylerdi. Tabii ben o zamanlar küçüktüm. Bize çok sormazdı şiirlerinin şeklini ama İkinci Yeni grubuyla ve diğer arkadaşlarıyla yaptığı toplantılarda çok fazla şiir tartışması ve roman tartışması yapılırdı çünkü yazardı hepsi. Yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlar ve bunları karşılıklı tartışırlardı. Bunun bazen gece yarılarına, sabaha kadar sürdüğü zamanlar olurdu. Ve burada işte sizin dediğiniz ironi işin içine giriyor. Şiir tartışırken savunmaya geçerdi mesela.

Bir hikayesi şöyledir: İngiltere’den geldim Türkiye’ye. Zorlu bir gün. “Nasıl oğlum, İngiltere’yi beğendin mi?” dedi. Biz okumaya gitmişiz. “Beğendim baba” dedim. “Neyini beğendin oğlum?” dedi. “İki katlı otobüsleri mi beğendin?” dedi yani çok kısa konuşarak, çok şey ifade edebilen bir kişilik yapısı olduğu için… Gençtik o zamanlar, anlamadığımız sözcükleri de olabilirdi. O vakit anlardınız babanızın ne kadar düzgün yazı yazdığını, bizimle iç içe olup anlatmaya çalıştığını. Ufak bir hikayeyle, bir fıkra gibi kısa bir cümleyle bir sürü şeyi anlatabilirdi.

Necmi Sönmez: Özellikle Ahmet Oktay’la yaptığı bu konuşmayı çok ilginç buldum çünkü o konuşmada hakikaten onun bakış açısıyla kendi şiirini nasıl yorumladığını algılayabiliyorsunuz. Hem de tabii Ahmet Oktay’ın çok etkileyici, çok güzel, onu açan yorumları var. Bundan yola çıkıp aslında size şunu da sormak istiyorum: Siz hiç kuşkusuz babanızı kaybettikten sonra da onun şiirlerini okudunuz. Onun şiirlerine baktınız. Bu sizin için nasıl bir tecrübe oldu Ömer Bey? Bu beni çok ilgilendiriyor çünkü siz o şiirlerin yazıldığı dönemde onunla beraberdiniz ama çok erken yaşta kaybettik kendisini. Daha sonra bunları tekrar okuduğunuzda sizde nasıl bir algı oluştu?

Ömer Cansever: Ahmet Oktay’ı çok severdi babam. Onun eleştirilerine, onun eleştiri biçimine de çok yakın bulurdu kendini ve ona çok güvenirdi. Ahmet Oktay babama göre çok doğru bir eleştirmendi. Onunla her şeyini paylaşırdı. Babam öldükten sonra… Sizin o bahsettiğiniz o söyleşi benim bilgisayarımda duruyor şu anda. Fakat ben onu dinlemiyorum. Orada kendi sesiyle okuduğu bir şiiri var, babamdan kalan… Babam “Şiir okumayı pek beceremem.” derdi. Dolayısıyla böyle okuduğu çok şiir yoktur. TRT’ye çıktığı için mecbur okumuş. Şimdi tabii ki anneler, babalar unutulmuyor. Onlardan kalan anılar… Bazen okuyamıyorsunuz bile şiirlerini.

Yeğenim var, Emine. Ablamın kızı. Bazen mezarlığa gidiyoruz ölüm yıldönümünde kendi şiirlerini okuyoruz. Oraya gelenler oluyor, şiirini sevenler oluyor. Ben okuyamıyorum ama Emine’ye okutuyoruz. Ablam da okuyamıyor. Yani zorlanıyoruz. Yabancılardan gelenler oluyor üç beş kişi, onlar okuyorlar, öğrenciler falan. Onlardan dinliyoruz ama tabii ki böyle oluyor işte baba.

Necmi Sönmez: Çok ilginç bu söyledikleriniz. Bu daktilo meselesine biraz evvel birkaç kere değindik. Buna dayanarak şunu da sormak istiyorum acaba babanızın müsvedde üzerinden çalıştığı oluyor muydu ya da önce eliyle yazıp daha sonra mı kendisi bunu daktiloya mı çekiyordu? Çünkü çok tuhaf bir şey var Cansever’in şiirinde. Hiçbir parçasını atamıyorsunuz. O kadar iyi kesilmiş ki adeta elmas gibi. Bir cümleyi, bazen bir virgülü dahi çıkaramıyorsunuz çünkü çok iyi çalışılmış. İfadeleri hakikaten çok etkileyici.  Babanızın ön eskiz diyebileceğimiz çalışmaları var mıydı? Bunları daktiloda yazıp kesip yırtıp tekrar kullanır mıydı? Bu gibi kağıtlar var mı arşivinizde, elinizde?

Ömer Cansever: Yazar olmak isteyen bir çocuk vardı, piyes yazmak isteyen, Mehmet Baydur diye. Genç yaşta vefat etti. Ona destek vermek için bazen onun yazdığı yazıları düzeltip ona gönderirdi. Bu arada da yorumları el yazısıyla yazardı. Çabuk yazsın diye. Daktilosu özeldi. Daktiloda şiir yazardı. Çok az el yazısı vardır ki bulabilirim onları, saklıyorum yani. Evde bakmam lazım. Ama dediğim gibi babanız olduğu zaman şiirlerini onun sesinden dinlerken, Ahmet Oktay’la yaptığı söyleşiyi dahi izlerken zorlanıyorsunuz. Hatta resimlerine kadar öyle. İş yerinde, bende onun küçük bir resmi var. Her gelişte görüyorsunuz. Hep anımsanıyor. Annem de öyle.

O zamanlar tabii teknoloji bu kadar gelişmediği için daha az televizyona çıktı. Bir tek o Ahmet Oktay’la yaptığı söyleşi önemli çünkü Ahmet Oktay’a çok büyük saygısı vardı bir eleştirmen olarak. Onun sözünü çok dinlerdi. Bunun dışında bize kendi etkilendiği yazarları çok söylemezdi. Ama mesela Virgina Woolf’tan etkilenmiştir, Dalgalar kitabından. Onu bana söylemişti, oku mutlaka diye. Biz de okumuştuk. O zamanlar ben küçüktüm.

Şiir hayatını kendine saklayıp akşamları arkadaşlarıyla paylaşan bir yapısı vardı. Annem onun çok büyük destekçisiydi. O bizim okul hayatımız olsun, evin şekli olsun düzgünce organize ederdi. Böylece kaliteli bir yaşam içerisinde kısa ömründe birçok şeyi yaptı. Ama tabii çok daha güzel eserler verebilirdi. Ama bakın şöyle bir şey not ettim ben: Şiirleri çelişkiler ve dramlar bütünüdür. Yani annemin de babamın şiir yazmasına çok önemli bir katkısı vardır. Kısa zamanda anlatmak mümkün değil. Bir söyleşi daha yaparsak araya anekdotları eklerim, aramızda konuştuğumuz bazı şeyleri de hatırlayabilirim ama tabii zaman her şeyi etkiliyor bazen bazı şeyleri unutuyorsun. Ölümünden bu yana kırk seneye yakın bir süre geçti.

Necmi Sönmez: Ben bu konuşmayı yapmadan önce kendi notlarıma tekrar baktığımda Cemal Süreya’nın 1950’li yılların ikinci yarısında Edip Cansever’le ilgili bir notuna rastladım. Bunu da size kısaca sormak istiyorum. Bu not ikisinin ortaklaşa baktıkları, okudukları sanat kitapları üzerine. Mesela Paul Klee’den çok bahsediyor Cemal Süreya. Paul Klee’yi her ikisinin de çok sevdiklerini, çok keyif aldıklarını anlatıyor. Resim kitaplarına bakmaktan bahsediyor. Tabii o dönem Türkiye’nin hakikaten zor yılları, yurt dışından çok zor kitap geliyor. Sanat kitapları zaten zor ulaşılan kitaplar, kaynaklar. Ben onlara baktığımda, o kitaplara baktığımda, Cemal Süreya’nın o notlarını okuduğumda, aslında Edip Cansever’in hiç yadırganamayacak bir resim sevgisi, bir resim tutkusu olduğunu da görüyorum. Özellikle soyut resme bayağı tutkulu çünkü Paul Klee’den Picasso’dan bahsediyor Cemal Süreya o günlük notunda. Siz buna dair bir şeyler hatırlıyor musunuz acaba Ömer Bey?

Ömer Cansever: Tabii başka dostları da vardı Komet, Utku Varlık, Ömer Uluç… Hem ressam olup hem Paris’te yaşayan kişiler vardı. Onlarla yakın ilişkisi vardı. Onların resimleriyle ilgilenmiştir, hatta onların birer resmini almış bize vermiştir. Evimizde şu an duruyor. Ablamın da benim de. Bu bakımdan resme çok ilgiliydi. Kütüphanesinde o resimli kitaplar mevcut. Altı, yedi tane. Onları bulmuş. Tabii bugünün basımıyla o günün basımı arasında çok fark olduğu için bir şey diyemem. Ama özellikle Picasso’yu çok severdi. Van Gogh’u çok tutardı. Hatta evde paspartu yaparak koyduğu bir resmi vardır, çerçevesiyle durur. Metin Eloğlu’nun resimleri vardı. Onunla şiirinden çok resmini eleştirerek konuşurdu.

Necmi Sönmez: Ben birkaç yerde Metin Eloğlu’nun yaptığı Edip Cansever portresini görmüştüm. Küçük portrelerdi bunlar ama maalesef onların izini kaybettim çünkü nasıl oldu nereye gittiler bilemiyorum. Benim Edip Cansever’i tekrar okumamdaki en önemli faktörlerden biri Düş Suda sergisiydi. Maalesef bu sergiyi size gösteremedim ama pandemi bittiğinde pek yakında inşallah görürüz.  

Ömer Cansever: Herhâlde gelecek ay.      

Necmi Sönmez: Yani size ve ablanıza hakikaten bu sergiyi gezdirmeyi çok istiyorum çünkü onun bir şiirinden yola çıkıp bir sergi hazırlama fikri hakikaten çok etkileyiciydi. Çünkü biliyorsunuz Borusan Contemporary, Boğaz’ın dibinde Rumelihisarı’nda. Çok tarihi bir bina ve suyla çok iç içe. Suyun kenarında, suyun yanında. Bu da Edip Cansever’in Düş Suda şiirinde çok farklı açılımlarıyla gündeme geliyor. Çok epik, çok etkileyici bir şiir. Ben bu konuşmayı aslında bir soruyla bitirmek istiyorum: Babanızın meşhur bir teknesi var ve bu tekne onun hayatında, onun şiirinde, onun suyla denizle olan ilişkisinde galiba çok önemli bir yere sahip. Ben araştırdım, baktım bu tekne tabii ki çok dile getiriliyor o dönemdeki şairler, o dönemin insanları tarafından ama bu teknenin ne olduğu, nerede durduğu hakkında çok fazla bilgi yok. Bir de ben çok fotoğraf aradım, bu adamın acaba sandalında ya da teknesinde bir fotoğrafı var mıdır diye. Çünkü beni bu tür şeyler çok düşündürüyor. Edip Cansever’in suyla olan ilişkisiyle ilgili olarak zaten biliyoruz ki hastalığından çok kısa bir süre önce Bodrum’a yerleşme kararı alıyor. Oraya yerleşiyor, evi açıyor. Dolayısıyla suya, denize yakın olmak isteyen bir insan değil mi Ömer Bey?

Ömer Cansever: Kesinlikle. Ben de o tekneye çok bindim. Gençlik, yaramazlık yapmak için binerdik. Tekne, bildiğiniz sandal: 7 metre, 7 buçuk metre. Üstüne tahtadan kamara gibi bir bölme yapılmış. Bugün böyle bir sandal, tekne bulamasınız. Balıkçı teknesi bile kalmadı. 10 beygir RC motor vardı arkasında. Onunla sevdiği dostlarını alır Adalar’a giderdi, Adalar’ın arkasında Çamdibi Marina vardı, Büyük Ada’da. Oraya giderdi. Sonra Bebek’e taşınınca Bebek’te bağladık. Bebek’te çok gitmedi. Daha doğrusu beni dışarıya göndermek için ekonomik nedenlerle tekneyi sattı, hatırlarım. Ben o parayla İngiltere’ye gittim yani okumak için. Tekne de eskimişti zaten, bakıma da ihtiyacı vardı. Ama onunla gezerdi. Balık tutmayı çok severdi. Nuri diye bir arkadaşı vardı. Ne iş yaptığını bilmiyorum. O da çok sabırlı biriydi. Balık tutarlardı. Ara sıra ben de giderdim. Bir kırlangıç balığı avı vardı ki sabrederdim, iki saat üç saat… Hiçbir şey olmaz, onlar ikisi konuşurlar; biz orada sıkılırdık. Zaten bir kere iki kere çıktıktan sonra bir daha balığa da çıkmadım. Dayanamadım yani o sıcakta. O tekneyle çok yere gitti. Can Yücel karşı tarafta bir yerde otururdu.

Necmi Sönmez: Kuzguncuk

Ömer Cansever: Kuzguncuk koyunda. Oraya giderdi, gelirdi. Onları da gezdirirdi. Ama bildiğiniz gibi en fazla dört beş kişi alan, ilkel bir sandalın üzerine kamara oturtulmuş bir tekneydi. O zaman için ideal bir tekneydi tabii bir şey diyemem.

Necmi Sönmez: Peki bu teknenin ismi var mıydı Ömer Bey?

Ömer Cansever: İsmi yoktu. Hiç isim koymadı. Çok severdi teknesini. Hatta şöyle söyleyeyim bakımını da ben yapardım. Arkadaşlarımla bazı şeylerini bana yaptırtırdı. Güzel bir tekneydi. 10 beygirlik bir İsveç motoru vardı arkasında işte, onunla giderdi. İyi tanırım çünkü ben de kullandım onu. Boğaz’da geceleri gezerdim ben babam görmesin diye.

Necmi Sönmez: Bu hakikaten ilginç çünkü Edip Cansever şiirinde su ve deniz İstanbul imgesiyle beraber çok tekrar ediyor; leitmotif diye yorumlayabileceğimiz yani sürekli üzerine düşündüğü, sürekli imge ürettiği temalardan bir tanesi. Dolayısıyla tekneyle olan ilişkisi bence onun için çok önemliydi.

Ömer Cansever: Tek zevkiydi deniz, tekne... Zaten Bebek’e taşınmasının tek nedeni de denize yakın olmasıydı. Orada uzun yıllar oturduk. Kiralık oturduk. Denize çok meraklıydı zaten. Bodrum’da yaşamayı çok istedi deniz kenarında. O zamanlar İlhan Berk oradaydı. Onun isteğiyle oturdu, orada bir yer buldu, bir kooperatif evi aldı. Oraya gitti ama kısmet olmadı. Tam evi yaptı, bitirdi, beyin kanamasından vefat etti.

Necmi Sönmez: Bence hakikaten çok erken yaşta kaybettiğimiz çok değerli bir şair. Ama dediğim gibi yazdığı şiir de yazdığı imge dünyası da o kadar etkileyici ki aradan ne kadar zaman geçerse geçsin sanki dün yazılmış gibi ya da bugünün dünyasını dile getirdiğine dair çok güçlü bir kurgusallığı, imgeselliği var. Bir şey var ki aklımda onu size hep sormak istiyorum. Onun sizinle olan konuşmalarında ya da aile içi konuşmalarında özellikle vefatından önce şunu yapmak istiyorum, bu hep kafamda dolaşıyor diye söylediği, sizinle paylaştığı bir projesi bir çalışması var mıydı?

Ömer Cansever: Bodrum’da yaşamak vardı kafasında; tahmin ederek söylüyorum bunu. Bodrum’da ne yapmak istediğini bilemiyorum ama bir çalışma masası yaptırıp, daktilosuyla oraya gittiğini artık orada kalmak istediğini bize defalarca söyledi. Ama orada nasıl bir yaşam, düşündü, kafasında nasıl bir hedef vardı onu çok bilemiyorum. Zaten kısmet de olmadı, evi yaptırdı, içine iyi kötü Bodrum usulü mobilyasını yerleştirdi. Uçakla ablam getirdi. Ertesi gün de ameliyattan sonra vefat etti. Yaşayamadı kısaca.

Necmi Sönmez: Maalesef kısmet olmamış yaşaması. Erken vefatı çok etkileyici. Çok genç sayılabilecek bir yaştaydı halbuki kendisi. Ama bence şiirindeki dünyası halen devam ediyor ve bu dünya o kadar derin, o kadar etkileyici ki hala tüm medya çılgınlıklarına rağmen onun dizelerinin arkasına sığınabiliyoruz. Ben bu güzel konuşma için size çok teşekkür ediyorum.

Ömer Cansever: Ben teşekkür ederim. Her zaman. Babamı anlatmak benim için de bir zevkti.        

Sayfayı Paylaş