Blog

Edip Cansever Üzerine Konuşmalar - I

15 Mart 2022 Sal

Edip Cansever Şiirini Bugüne Konumlandırmak
Konuklar: Anita Sezgener, Gonca Özmen
Moderasyon: Dr. Necmi Sönmez

Necmi Sönmez: Sevgili Gonca ve Anita, bugün sizlerle beraber olduğum için son derece mutluyum. Bu konuşmayı kabul ettiğiniz için benimle beraber olduğunuz için çok teşekkür ediyorum size. Bugün aslında zor bir konuyu konuşacağız: Edip Cansever’in şiirine bugünden bakmak, bugün üzerinden onun şiiri hakkında düşünce, fikir geliştirmek üzerine. Ben Edip Cansever’in şiirine genelde baktığımda karşıma çıkan tuhaf ruh hallerinden ve bundan da önce bu ruh hallerini oluşturan bir iç dünyadan bahsetmek istiyorum. Onun şiirinin arka planında çok kapalı, kendi yaşamından çıkan kıvılcımları son derece minimalize etmiş ve tamamen kendi dünyasını kurmuş bir iç evren olduğu duyumsanıyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Çünkü bugünkü konuşmamızın adı “Edip Cansever Şiirine Bugünden Bakmak” idi. Böyle bir soruyla konuşmamıza başlayalım istiyorum. Sevgili Gonca önce senden başlayalım, bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum doğrusu.


Fotoğraf: Gülçin Erbiş

Gonca Özmen: Elbette, çok teşekkürler. Birlikte olmak ne güzel! Buluşturuculuğun için ben de teşekkür ederim. Hem de Edip Cansever’de buluşmak ayrıca özel. Çok sevdiğim şairlerden. Yanılmıyorsam Anita için de aynı şey geçerli. Dolayısıyla iyi ki yan yana geldik ve bize Edip Cansever’e dair yeniden düşünme imkânı vermiş oldun sevgili Necmi. İç dünyayla, iç evrenle başlayalım diyorsun. Bu gerçekten önemli çünkü Mehmet Eldoğan İkinci Yeni şiirini şairin kendi içine dönüşü, kendini arayışı olarak niteliyor. Aslında sadece Edip Cansever’de değil birçok İkinci Yeni şairinde bu durumu görüyoruz.  İç evren dediğinde, aslında bir anlamda iç ve dış karşıtlığıyla ilerleyen, içini zaman zaman dışa açan, zaman zaman kapatan, dışı içselleştiren, içselleştirdiğini dışsallaştıran bir şiirden söz ediyoruz. Edip Cansever için de bunu söylemek mümkün. Her şeyin orada olup bittiği bireysel bir evren var. O iç evren aslında birçok şiirinde kapalı yer kompleksiyle birleşiyor Edip Cansever’de. Bilinçaltında, yeraltında, tarihin eski zamanlarında, aslında zaman altında… Belki bu anlamda o kapalı yerde mayaladığı duyguları, düşünceleri imgelerle, renklerle, yeni biçimlerle dışarı çıkarıyor. Şiir öznelerine baktığımızda da böyle. Edip Cansever’in bir şair olarak kendini konumladığı yer değil sadece, şiirindeki öznelerin de çoğu da -bildiğimiz gibi zaten bir kent şairi- büyük kentte yaşayan toplumsal yaşamdan bir biçimde dışlanan ya da zaman zaman bile isteye kendini geri çeken, bir anlamda kapalı, uyumsuz kişiler diyebiliriz. Toplumsal ve sosyal iletişimi ve ilişkiyi zaman zaman kuramayan, kurmak istemeyen, bunun anlamsız olduğunu düşünen, yabancılaşmış, sıkıntılı, belki yalnız ve mutsuz bireyleri görüyoruz şiirinde. Aynı zamanda inanılmaz senfonik bir tablo da karşımıza çıkıyor şiir öznelerine bakarsak. Bütün o Yakuplar, Lusinler, Ruhi Beyler, Esterler, Bayan Seralar, gerçekten aralarında Rumların, Ermenilerin olduğu, eşcinsellerin, cenaze kaldırıcılarının olduğu son derece zengin bir toplumsal özne orkestrası diyebileceğim bir bakış sunuyor bireye. Tabii ki Varoluşçuluk’tan etkileniyor, elbette en temel meselesi o. İç evrendeki o çatışma, bireyi kuşatıcı ele alması gerçekten etkileyici yani aslında bireyi bütün yönleriyle ele alıyor. Salt bir karanlık, sıkıntı, uyumsuzluk, yalnızlık, mutsuzluk gibi değil, tüm karşıtlıklarıyla değerlendiriyor. Aynı zamanda düşleriyle gerçeküstücülüğe varan, o insanın içinde nanik yapan çocuksu, dalgacı tarafıyla, karanlık tarafıyla, korkularıyla tüm özlem ve acılarıyla bireyi kuşatıcı ele alıyor. “İki insan gibi kaldım birbiriyle konuşan iki insan” diyor ya da hemen aklıma gelen bir dizesini daha paylaşmak istiyorum çok severim: “Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla” diyor. Bu anlamda kendini de yonta yonta geliştirdiği öznel bakışını, algısını, duygu ve düşüncesini öznelerin olumlu, olumsuz, iyi, kötü, yürekli, korkak bütün tutum ve davranışlarını yansıtan bir şair.

Necmi Sönmez: Çok güzel bir yorum oldu, teşekkür ediyorum. Anita bu konuda senin fikirlerin neler?

Anita Sezgener: Ben de birkaç alıntıyla ekleme yapayım. Gonca çok güzel şeyler söyledi. Cansever kitaplarının arasında dolaştım ben, tabii siz de öyle. Devrim Çınar’ın hazırladığı YKY’den çıkan Edip Cansever’in Şiiri Şiirle Ölçmek kitabının başında kendi cümleleri var. Şöyle diyor 1958’de Pazar Postası’nın 13. Sayısında yer alan “Edip Cansever Hayatını Anlatıyor” bölümünde; burada bir özdeşlik de kurdum bahçe, kuyu ve ayva ağacıyla: “Bahçemizde bir kuyu vardı. Derin olarak hatırlıyorum. Buna kuş tutma merakımı, olur olmaz şeylere içlendiğimi de eklemek isterim.” İçlenmeyi buradan çekip aldım. Sonra devam ediyor: “İşte o ben dediğim kımıltı, içine dönük, tedirgin, çekingen yaratığın biri. Sigara içer, arada kitap okur, şiir dendi mi yerinde duramaz.” Bu cümlelerin çok açıkladığını düşündüm onun bu içe kapanıklığını. Sonra bir de o dönemdeki ortam da oldukça kaygı verici. O dönemi de çizmek açısından: Beyazıt’ın arka sokaklarında geçiyor çocukluğu. Büyük bir insan merakı var. Hemen Leyla Erbil de geliyor aklıma insan merakı deyince. İnanılmaz araştırmacı. On üç yaşındayken Fatih’teki Millet Kütüphanesi’nin raflarında acayip acayip kitaplar okuyor. Kendi boyundan büyük kitaplar okuyor. Türkiye’de o sırada tek partili dönemin baskıcı bir tutumu var. Sonra İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, ülkede seferberlik koşulları, ekmek karneleri, karartmalar, her an bir savaş uçağının gökyüzünde beliriyor olacağı duygusu var o dönemde. Bu koşullar altında orta okul, lise ve tamamen şiir...  Kaygı o dönemin insanlarının motoru gibi geliyor bana. Bir de çok içsel gelen bir bölüm okuyacağım: “Bir sese benzemek” diyor. Bu bana çok, çok içsel geldi. “Bir sese benzemek”ten daha içsel bir şey düşünemedim. Ben Ruhi Bey’den bir bölüm okuyacağım: “Ben Ruhi Bey. Nasıl olan Ruhi Bey. Nasılım? Bir yaz ikindisinden çıktım geldim. Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim. Kapıyı iyice kapadım- Kapadım mı, evet, kapadım- Çitlenbik ağacının altından geçtim. Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım. Dişlerimle sıyırdım. Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler. Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum. Azıcık gülümsedim. Ve dünya bana gülümsedi. Çakılların üstünden yürüdüm. Yürüdüm ki bir sese benziyordum sanki. Yüzyıllarda önce kırılmış bir kemik sesi. İyice duydum.”

Necmi Sönmez: Çok teşekkürler. Aslında birinci soru bizi çok tuhaf bir şekilde benim hazırladığım ikinci soruya yani Cansever’in poetik gündemine getirdi. Anita biraz evvel onun büyüdüğü 1950’leri anlattı. Ve daha sonra 60’lar, 70’ler, 80’ler. Nereden bakılırsa bakılsın çok genç ölüyor; 57 yaşında ölüyor Edip Cansever. Hakikaten çok genç. Çok büyük bir kayıp. Aslında bu poetik gündemin hiç kuşkusuz o dönemin politik olgularıyla şekillendiğini biliyorum ama biz buna kırk elli yıl sonra baktığımızda başat olanlar neler Gonca? Sen bu konuda ne düşünüyorsun, poetik gündemle politik gündem arasındaki ilişki onun şiirinde nasıl şekilleniyor?

Gonca Özmen: Aslında hala onun şiirini diri tutan yanlardan bir tanesi. O yüzden bunun için de ayrıca teşekkür ederim Necmi. Çünkü hala o siyasanın hem şairin hem de öznelerin üzerindeki ezici baskısı gün gün hepimizin hissettiği bir şey. O bunaltı duygusu o yakıcılık aslında hala devam ediyor. O yüzden de Edip Cansever şiiri hala genç şairin de genç okurun da gündeminde. Yani rafa kaldırdığımız, sadece geleneği tanımak adına kitaplarına dokunduğumuz bir şair değil. Hala bize seslenebilen, hala kendimizi ezilmiş hissettiğimizde, yalnız hissettiğimizde, o iç dünyamız sistem tarafından, toplum tarafından yok sayıldığında, yok edildiğinde kalbimiz avucumuzda dönüp okumaya devam edebileceğimiz bir şair. O anlamda poetik gündeminin hala yanı başımızda olduğunu, diri olduğunu düşünüyorum.

Tabii Edip Cansever şiirini okurken Demokrat Parti dönemini, senin bahsettiğin o tarihsel dönemi politik baskılarından, sıkı yönetim kısıtlamalarına kadar çok iyi incelemek lazım Eşitsizliğin, yalanın, bencilliğin, güvensizliğin, korkunun egemen olduğu 1950’li yıllardan sonra başlayan sanayileşme, makineleşme ve kentleşmeyi aslında toplumsal değişmeyi, çıkar dünyasının yarattığı bireyleşmeyi, yabancılaşmayı, yalnızlığı ve iletişimsizliği incelemek gerekiyor. Cansever, bunaltıyı kendinden başka bireylere de dokunarak onların da bilinçaltlarına, hatta bilinçaltı tekniğiyle bile demek mümkün, o bireysel derinlere inerek içsel bir dramı anlatıyor aslında. Yine kendisi bireyin içsel dramını kurcalamaktan bahsediyor yani aslında yabancılaşmayı görünür kılma hedefinde. Çünkü şiir kişilerinin yaşamında da trajik olanı öne çıkaran bir yanı var. Tiyatrodan etkilendiği anlarda bile. Komedya yerine tragedyayı tercih ediyor. O trajik olanın peşinde aslında monologlarda, iç monologlarda; biz bunu görüyoruz. Ahmet Oktay vurguluyor bunu bir yazısında, çok severim o yazıyı, kişiselin alanında içseli birincil duruma getirmekle ölümü, mutsuzluğu, korkuyu, acıyı birleştirdiğini söylüyor. Yazı çok önemli, ilginç saptamaları olan, her zamanki Ahmet Oktay’ın o zengin aklından fışkırmış bir yazı.

Cansever’in poetik gündeminin hala geçerli oluşu salt içerikle ilgili değil elbette. Ben ilk başta onu öne çıkardım çünkü sen 50’lerden bahsettin o toplumsal dönemi okumak lazım elbette, içeriği daha iyi kavrayabilmek için ama bir de çok önemli bir yan var ki o da şiirin biçimsel ve dilsel değişimi. O yıllarda İkinci Yeni şairlerinin getirdiği bütün bu değişim aslında onların dile yaklaşımındaki değişimle de paralel yani bunları birbirinden ayrıksı bulmuyorum ben. Çünkü dilsel poetikalarının da temelinde bütün o alışıldık, bilindik, hatta verili, kişiye dayatılan algıya, dile, kurallara karşı çıkan bir yapı var. Dolayısıyla bunu gerçekten devrimci diye nitelemek mümkün. İlginç ve şaşırtıcı imgeler, alışılmadık bağdaştırmalar, zaman zaman hepimizi şaşırtan, dudağımızı uçuklatan o nanik yapma duygusu, o dildeki deformasyon, beş duyunun işlevini değiştirmek... Mesela bu beni çok ilgilendirir. Dildeki o alışılmış algıyı kırmaya çalışırken, bu şairlerin çoğu aslında beş duyunun işlevini bozuyorlar temelde. Bunun üzerine çok ilginç dizeleri var.

Cansever’de farklı olarak bilimsel gelişme ve teknoloji öne çıkıyor özellikle ilk dönem şiirlerinde. Çünkü şöyle bir şey söylüyor kendisi: “yeninin yenisi insan”. Yeninin yenisi insanı vurgulayarak onun makinelerle, eşyalarla iç içe yaşantısını ele alıyor. Çelik mavisi damardan bahsediyor mesela, Güzel Atomların Yaptığı Ayak adında bir şiiri var. Aşkın Radyoaktivitesi diye bir başka şiiri var.  Bunların yanında trenlere çikolata yedirmekten, balıkla deniz tutmaktan bahsediyor. Yatağa uzatıyor otomobillerini. “Bu kaç kapılı bir konyak”, “çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin”, “çocuğu çocukluyor bu düdüğün kırmızısı” gibi kullanımlar da İkinci Yeni’nin dile ve verili algıya, verili dile getirdiği o delişmen yeniliğe işaret ediyor. Aslında bu yüzden de Cansever’in “Yapılan bir şeydir şiir, geniş, kırmızı” dizesini vurgulamak, hatırlamakta fayda var gibi geliyor bana. Yani o yapılmayı öne çıkarıyor. “Mısra işlevini yitirdi” dediği “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” adlı yazısı çok önemlidir, o dönem büyük ses getiriyor biliyorsunuz.  Dış gerçekliği bozma deforme etme onu yeniden söyleme, çağrışımlarını artırarak şaşırtıcılık unsurunu, ironiyi kullanarak çok boyutlu anlamlara taşıma aslında genel özellikleri İkinci Yeni’nin de.

Cansever’i onlardan ayıran noktalar, Devrim Dirlikyapan’ın da yüksek lisans tezidir, birçok konuda saptamaları var. Hazır adı geçmişken bu kitabını da önermek isterim Devrim’in doktora tezinden yola çıkarak yeniden yazdığı bir kitap. Ölümü Gömdüm Geliyorum: Edip Cansever Şiiri’nde Var Olma Biçimleri, çok kıymetli. Dramatik monologla birlikte Cansever şiirini yeniden okuyor ve çok etkileyici bir okuma. Kendisi de çok iyi bir şair tabii, dostumuz. O yüzden şaşırtıcı değil. Şair eleştirmenlerden biri. Biliyorsunuz şairler eleştiriyi de kendileri yapmak zorunda kalıyorlar zaman zaman.

Bir şey daha ekleyerek bitirmek isterim izninle. Cansever’i İkinci Yeni’den asıl ayıran onun düşünü şiiri dediği şey. Şiirin usla okunmasından söz ediyor. Yani usu, anlamı, şiirde düşünceyi öne çıkaran yanıyla diğer İkinci Yeni şairlerinden ayrılıyor Cansever. Anlamı ve anlamlılığı önemsiyor fakat tabii bu düşünsel öz, temeli olmayan salt biçimci ya da tekniği önceleyen şiire karşı oluşuyla ilgili. Fakat şiirde felsefe yapmayı ya da kuramsallığı da istemeden bu vurguyu yapıyor. Yani o düşünü, düşünsel özü, şiirin kurgusundaki, yapıdaki o bütünlüğü her zaman önemsiyor. Bunu yazılarında da vurguluyor.

Necmi Sönmez: Çok güzel bir sunum oldu. Yanıtın için çok teşekkür ediyorum. Anita bu konuda sen nasıl notlar aldın neler söyleyeceksin onu da merak ediyorum.

Anita Sezgener: Eklemeler yapacağım Gonca’ya. Çok açılımlı, çok güzel konuşuyor. Şimdi kendimden de yola çıkarak şöyle diyebilirim: özdeşlik kurduğum, çok sevdiğim bir şair. “Seviyorum ben bu adamı”, “Seviyorum bu şairi” şeklinde yazdığım notlar var. Mesela kendime yakın bulduğum notları okuyayım size. Şunu diyor mesela: “Ben sürekli olarak kavrama halinde sayıyorum kendimi, donmama, sınırlamama halinde. Şiirin özgünlüğü ve kural tanımazlığına inancım var. Şairin düşüncesi şiirdir. Onun işi soyutu somutlamaktır.” Bunlar çok güncel, hala çok güncel. Hepimizin boğuştuğu, hepimizin donmamak, sınırlanmamak, yenilenmek, tekrarlamamak üzerine kendimizi içinde bulduğumuz durumlar. Ayrıca mısrayla ilgili derdi var, demin Gonca da bahsetti, şöyle diyor “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” yazısında: “Şiiri tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlamayı düşünmedikçe mısra da işlevini yitirmiş sayılır.” Tabii bu gerçekten çok karışık bir cümle. Ama burada mısrayla bir derdi olduğu geçiyor bana. Çok seslilik ve çoğullama diyor ki çok yakın hissediyorum çoğullama kelimesine. Bunlar bence büyük buluşlar ve kendime de geçirdiğim, ondan aldığım şeyler.

Bir sıralama yapayım, hani Gonca’dan biraz farklı olsun, tekrar olmasın diye. İlk şiir kitabı ki aslında hiç de hoşlanmıyor ama Toplu Şiirler’e almışlar o kitabı, hani aslında reddettiği ve yok saydığı bir kitap. Ama herhalde bir bütünlük kaygısı, bütün hayatını görelim, bütün yazdıklarını görelim diye aldılar, bir açıklama var kitapta öyle. İlk şiir kitabı İkindi Üstü yayınlandığında daha 19 yaşında. Bu arada ben böyle yaşlara da çok takılmıyorum, yani 19 yaşında, 20 yaşında çıkardığı kitabına başka yaklaşmıyorum. Erken yaş hiyerarşisine biraz karşı olmakla birlikte bunu burada vurguluyorum yine de. 19 yaşında ilk kitabını çıkardı. Ahmet Oktay da bir yazısında şöyle diyor, Edip de diyor ki çok doğru bir saptama yapmış Ahmet Oktay benim için: “Petrol’ü gelişim çizgisinde zorunlu bir ara sayarsak asıl önemli ürünlerini Umutsuzlar Parkı’ndan sonra vermeye başladı ve şiirini bir sorunsalla kaynaştırdı.” Edip buna gerçekten diyor ki ben böyleyim yani ben buna katılıyorum. Benim için Yerçekimli Karanfil’in çok özel bir yeri var. Oradan devam ederek -Çoğullamalar bugün yazılan çoğu şiire göz kırpıyor benim kanımca- “kendin için sığınak” diyor. Bunun yanında “İnsan sana güveniyorum, saygılarımla” diyerek kapanan Umutsuzlar Parkı, Petrol’deki sevda teması ve zengin imge, 1964’te yayınlanan Tragedyalar-I’de epizot ve koro halinde çatılmış çok başka bir şiir var. 1964’te Tragedyalar ile başlayan öykü şiirleri, 1969’da Çağrılmayan Yakup, 1976’da Ben Ruhi Bey Nasılım, 1982’de Bezik Oynayan Kadınlar ile devam ediyor şiir serüveni. Bu şiirlerde onlarca karakterin yalnızlıklarını, paylaşabildiklerini ve paylaşamadıklarını, iç sesler ve diyaloglar halinde yansıtıyor. Ona göre güzelin, çirkinin; iyinin, kötünün düşsel kahramanları olmak insanın özünde var. 1983’ün karanlığını yaşıyor. 1986’da hayatı son bulasıya kadar 19 şiir kitabı çıkarıyor ki inanılmaz bir şey.

Beni çok çarpan, her zaman beni çok etkileyen bir yakındaşlık da kurduğum şey şiirinde Yahudi varlığının geçmesi. Çünkü bayağı anti-semitik bir ortamda yaşadığımız için biliyorsunuz. Ester’in Söyledikleri’ndeki bitiş şiirindeki Ester karakteri mesela. Ablam da Ester bu arada. Kapalıçarşı’daki dükkandaki ortağı Jak, gerçekten destek aldığı ve sevdiği biri. Ece Ayhan’da da tabii aynı duyarlılık var biliyoruz. Bezik Oynayan Kadınlar’daki karakterlerin kullandığı mektuplar, iç konuşmalar ve günlükler vasıtasıyla vuku bulan öykülemeci şiir oldukça yenilikçi. Şiir yapılıyor diyor ya, Gonca’yı da destekleyerek şu alıntıyı okumak istiyorum: “Kelimelerin olanakları zorlanmalı, hatta yeni kelimeler yaratılmalı.” Mesela bunlar inanılmaz, bugüne sıçrayan cümleler. Hiç güncelliğini yitirmeyen bütünlük kaygısına karşı çıkarken parçalı yapıyı savunduğunu da düşünüyorum.

Necmi Sönmez: Ben hemen hazırladığım üçüncü soruya geçeceğim çünkü çok güzel konular üzerine konuşuyoruz ve aslında saatlerce konuşabiliriz. Sizinle konuşmanın tabii hem şöyle bir avantajı da var: O kadar güzel yerlerden çekip çıkarıyorsunuz ki bu cümleleri, kavramları birçok şey farklı noktalardan bakmamıza olanak sağlıyor ve bir yandan da farklı dar yollara, patika yollara giriyoruz. Bu yüzden çok heyecanlıyım. Ben tabii ki bu konuşmayı bir sergi vasıtasıyla yaptım. Bir sergi hazırladım fakat bu sergi pandemi sebebiyle bir türlü açılamadı. İzleyiciler bu sergiyi maalesef göremedi ancak sanal ortamdan izlenebiliyor. Dolayısıyla benim Cansever’e bakış açımda aslında onun resim sanatıyla, sinemayla, görsellikle kurduğu çok güçlü bir ilişki var. Bu ilişki beni hakikaten onun kitaplarını tekrardan okumaya ilettiği gibi onun hayatında, onun çevresinde resimle, sanatla, görsellikle nasıl bir ilişki kurduğu üzerine de düşünmeye sevk etti. Çünkü biliyorsunuz, hatta benden çok daha iyi biliyorsunuz, İkinci Yeni kuşağı şairlerinin resimle, görsellikle çok yakın bir ilişkisi var. Daha önceki kuşaklarda olmadığı kadar bunu ön plana çıkarıyorlar, taşıyorlar. Aslında Gonca’nın da çok güzel çizgileri var, o bunun bir türlü resim olduğunu iddia etmiyor ama ben onun resim olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ortak bir şey yapacağız buna yüzde yüz inanıyorum. Aslında Gonca bu açıdan baktığında Edip Cansever’e onun resimle, görsellikle, sinemayla kurduğu ilişki sence onun şiiri üzerinde de etkili olmuş mudur? Çünkü çok görsel bir şiir değil mi? Paul Klee’den soyut sanattan, bir sürü kavramdan beslenen bir şiir değil mi?

Gonca Özmen: Kesinlikle, çok katılıyorum. İlk şiirlerinden biri Chagall mesela zaten. Çok da hoş bir şiir. Reddediyor aslında. Az önce Anita çok güzel vurguladı. Ben onu notlara almışım çünkü o yanını önemsiyorum. Bu soruna bakmak fiilinden yola çıkarak yanıt vermek istiyorum Necmi. Çok seçici bir şair yani ayıklayıcı, reddedici ve Ömer Edip Cansever adıyla yayınladığı birçok şiiri reddediyor. Sonradan beğenmiyor ilk iki kitabını. Dirlik Düzenlik’ten beş tane şiir alıyor mesela Cem Yayınları’ndan çıkan kendisinin yaptığı Toplu Şiirleri’ne. Sonradan Yapı Kredi, evet, Sonrası Kalır’lara bütün şiirlerini ekliyor, ilk iki kitabı, Anita da bahsetti. Bir de arkadaşımız, şair Mehmet Candoğan, şair eleştirmen yine, Öncesi de Kalır diyerek onun kitaplarına giremeyen şiirlerinden bahsediyor. Aslında bir iki tanesi o kadar beni çarptı ki. Neden almamış, nitelikleri çok yüksek bence. Niye almamış sorusu bence gerçekten ilginç. Ben bunu şununla bağdaştırıyorum aslında. Bu reddetme, kendini beğenmeme, her yazdığına tapmama bence çok müthiş bir özellik. Yaratan kişi için başta kendinin eleştirmeni olabilmek bence önemli bir yeti. Bir de aranışa açıklık... Edip Cansever’de en önemlisi o, aranışa açıklık, bütün sanat dallarına neredeyse açıklık... O bakmak eylemini sadece nesneye bakmak, insana bakmak, parka, meyhaneye, eve bakmak, içe bakmak gibi sınırlamıyor. Bütün sanat dallarına yakından bakan bir meraklı göz gibi neredeyse Cansever. Edebiyatın diğer sanatlardan beslenmesi elbette yeni bir şey değil. Sanatlar arasındaki, disiplinler arasındaki ilişkiyi de düşündüğümüzde, hele son dönemde, neredeyse hepimiz için çok önemli bir zenginlik kaynağı aslında. Ben doktora tezimi, biliyorsun Necmi, Ekfrastik 1 şiir üzerine yaptım. Benim çok ilgilendiğim bir alan. Sevgili Nazmi Ağıl’ın da çok önemli bir kitabı var Türkçede. Ben İngilizce yazdığım için bilmiyorum bir gün iyi bir yerden İngilizce çıkar da sonra belki diyorum Türkçede yeniden var olur. Ama şunu söylemem lazım beni çok büyüttü o tezi yazmak ve ekfrastikle ilgilenmek.

Çizgiyle resimle sinemayla tiyatroyla şiir arasında olan o diyalog şiire ne denli çağrışımlar ekleyebiliyor, yeni yollar açabiliyor bunu İkinci Yeni şiirleri çok daha görünür kıldı. Okur olarak da bize çok şey söylediler.  O görmeyi özgürleştiren gerçeküstücü ressamların görünenle yetinmeme duygusunu, gördüklerini değil de imgelemlerini harekete geçirerek zihinlerinde tasarladıklarını resmetmeleri gibi Cansever de o imgelem gücüyle zihnindeki bir tasarı olarak şiire yaklaşıyor bu anlamda. Mesela İlhan Berk’in şöyle bir cümlesini anmak isterim: “İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır.” diyor ve imgeyi bir görüntü sanatı olarak tanımlıyor. Paul Klee’de Uyanmak şiirini biliriz hepimiz. Klee’nin Ad Marginem tablosundan etkilenerek yazdığı bir şiirdir. Ezra Pound Çin yazısında plastik bir güzellik bulur. İlhan Berk de hem Çin yazısında ama özellikle Arapçada harflerin o kaligrafik yönden resimselliğinde müthiş bir şiirsellik bulurdu. Osmanlı’da hat sanatına, hattatlığa kadar aslında gidebiliriz buradan. Beyazıt’a biz İlhan Berk’le gidip Arapça kağıtlar almıştık. Berk onların üzerine resim yapsın diye. Büyük bir görüntünün şiiri aslında dediğimiz. Sessiz şiir de diyebiliriz, resimle ilgili…

Kandinsky’yi anmak lazım, Paul Klee, Chagall’dan bahsettik, Max Ernst, Miró, Picasso… Bu ressamlar aslında her birine bir yakın arkadaş olmuş. Onların imgelemlerini beslemiş demek istemiyorum çünkü çok daha yakın bir ilişki var. Cemal Süreya’nın düz yazılarını okuduğumuzda, Edip Cansever’in düz yazılarını okuduğumuzda bu etkiyi gerçekten iliklerimize kadar hissediyoruz. Salt bir etkilenme değil.  Orada inanılmaz bir içsel ve hatta şiirlerini etkileyecek kadar dışsallaşmış bir diyalog, bir etkileşim var. O yüzden özellikle Edip Cansever’in Bakmalar Denizi şiirini ben bu anlamda önemsiyorum. Çünkü bakmak, görmek, göz, sözcüklerin ve hatta renklerin şiirlerinde sıkça geçmesi soyut resim tekniğinden de yararlandığını, nesnel gerçekliği değiştiren görünümler sunduğunu söylüyor bize. Çok renkli bir şair. İkinci Yeni çok renkli bir akım. Adı geçen o kadar çok renk var ki. Böyle bir okuma yapılabilir. Çok ilginç sonuçlara varırız. Ben hiç duymadığım o kadar çok renk öğrendim ki onların sayesinde. Bu tabii resimle olan ilişkileriyle ilgili. Mesela Asım Bezirci, Chagall ve Miró’nun kimi resimleriyle Cansever’in birkaç şiiri arasında benzerlik ilişkisi kuruyor. Çok önemli bir saptama. “Miró’nun, Chagall’ın resimde yaptığını Cansever şiirde yapmaya çalışıyor gibidir” diyor yazısında. Çünkü görsel özellikli bir şiiri var. İlk başta daha şiiri okumadan karşılaştığınız bir form, gerçekten birbirine benzemez başka başka açılımlara götüren bir yana sahip ve bu, resmin etkisi.  O dönemin çeviri edebiyatından da çok ciddi etkileniyorlar tabii ki. Edip Cansever dil bilmiyor olmasına rağmen. Parlak bir eğitimi, akademik bir yaşantısı yok. Jak’a çok şey borçluyuz, babasına çok şey borçluyuz Edip Cansever’in. O odasına çıkıp, şiirler okuyup, düşünüp yazarken Jak aşağıda müşterilerle uğraşıp para kazanıyordu. Bu anlamda gerçekten şanslı olduğunu söylemek mümkün Edip Cansever’in. O araştırmacı yönü, o merak, aranışa açıklık demiştim az önce. Çok yakından çeviri edebiyatını takip ediyor bu şairler, Batı edebiyatıyla Batı sanatıyla, tiyatrosuyla ilgileniyorlar. Ankara’yı düşünün o dönem. Çevrilen yapıtlara baktığımızda 50’lerde, 60’larda inanılmaz bir öngörü, inanılmaz bir zenginlik var.

Necmi Sönmez: Hakikaten öyle. Çok ilginç bu yaklaşımın. Tabii ben Anita’ya topu atmadan önce onun aynı zamanda desen yapmasının, resim yapmasının bu soruya vereceği yanıtla ilgili beni heyecanlandırdığını söylemeliyim. Bu görselliğe Anita, Edip Cansever şiirinde aldığı şekle bir şair olarak, aynı zamanda resim yapan bir şair olarak nasıl bakıyorsun? Bu senin için nasıl bir çağrışım odası yaratıyor? 

Anita Sezgener: Aslında o kadar çok şeyler söylendi ki ben de şöyle bir katkı yapayım dedim kendimce. Cansever şiirindeki, imgedeki görsel algının çok yoğun olduğunu zaten söyledik ben de şu Chagall şiirini okuyayım. Çok hoşuma gitti: “Bir testi bir tabak. Şinana Chagall. Üstünde balık, içinde balık. Şinana Chagall. Altında yanında tatlı kuruluk. Şinana Chagall. Şu kasap dediğin ne kötü mahlûk. Şinana Chagall. Bir bitki yürümüş gitmiş. Şinana Chagall. Atlardan uzunca böcekten küçük. Şinana Chagall. Burası ne dünyada bir yer. Şinana Chagall.” “Bu şiir Chagall’ı kendileştirme değil de nedir?” demişim ben. Yerelleştirme de denebilir buna. İlhan Berk başta olmak üzere Cemal Süreya özellikle resimle iç içeler. Onlara hatta ressam şair diyebiliyoruz. Necmi’nin küratörlüğünde Şairler Neden Resim Yapar sergisinin baş figürleriydi onlar. Ece Ayhan’da daha çok sinema ve müzik var. Sinematek var o sıra. Turgut Uyar’ı pek bilmiyorum açıkçası yani onun bu disiplinler arası ilişkilerini.

Necmi Sönmez: Ben aslında bugün için beş soru hazırlamıştım ama galiba bu beş soruyu soramayacağım. Bir şeyi de öğrendim, hakikaten iyi konuşma kısa konuşma oluyor O yüzden son soruya geçmek istiyorum tabii istediğiniz kadar konuşabilirsiniz. Ben Düş Suda sergisini hazırlarken su, yansıma, geçirgenlik gibi temalardan, Cansever’in şiirinde de olan, aslında o döneme ait İkinci Yeni’nin birçok şairinde olan bir geçirgenlikten bir akışkanlıktan bir durgun olmama halinden yola çıkmıştım. Düş Suda toplam on dizeden oluşan, çok etkileyici bir bütünlüğü olan bir şiir. Ben aslında bu konuşmada son soru olarak bunu düşünmemiştim ama dediğim gibi zaman çok hızlı akıyor ve hakikaten çok farklı, üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz konular üzerine eğiliyoruz. Ama Cansever’in şiirinden yola çıkıp bu geçirgenlik, akışkanlık, su halinde olma yani bir şeyin formunun sabit kalmaması, bunun imgesel olarak nasıl dile getirilebileceği üzerine biraz soyut, belki biraz resimsel, biraz daha resim dünyasından bakan bir yorumu nasıl aralayabiliriz?  Etrafımızdaki her şey sanki bizi donmaya itiyor gibi. Bunu ben kemiklerimde hissediyorum gerçekten. “Don kal bir yerde, bir yere gir oradan çıkma” diyor ama bunu aşmak gerekiyor çünkü akışkan olmak gerekiyor. Bu akışkanlığı nasıl yorumlamak gerekir? Ben Cansever’i çok erken yaşta kaybetmiş olmamıza rağmen oluşturduğu şiir evreninde bunun her koşulda, her dönemde kendisi tarafından sağlandığını görüyorum. Tabii ki çok şanslı bir aileden geliyor, tabii ki birtakım ayrıcalıkları avantajları var fakat o bütün bunların ötesinde kendini bir şekilde akışkan kılıyor. Başladığı, etkilendiği ve hatta biliyorsunuz kalp krizi geçirene kadar yaşadığı dönem içinde bütün bu olaylara kendi şiir evreninde, poetikasında, dilsel gelişiminde yön veriyor. Akışkan olmak bugün için neyi ifade ediyor, isterseniz bunu konuşup konuşmamızı bitirelim. Gonca ne dersin bunun hakkında?

Gonca Özmen: Öncelikle sen bana büyük bir yüce gönüllülükle çizersin diyorsun zaman zaman. Ben sana izninle şairsin diyeceğim Necmi. İnanılmaz etkileyici bir poetik algıdan söz ediyorsun. Bahsettiğin bütün o kavramlar, geçirgenlik, akışkanlık, yansıma, düş, düşün suda oluşu, su, insanın günümüzde o donan yanı, hepimizi donduran yanla aslında şiirle, belki sanatla kendimizi akışkan kılışımız…. Anita da bana katılacaktır; akışkan bedenlerle aslında bir dişilik vurgusu yapıyorsun. Ben sanatı da öyle algılamaktan yanayım, yani o doğurganlık, üretkenlik ve dişilikle. Anita zaten şahane şeyler yazdı bu konuda. Müthiş bir kitap yazdı. Büyük bir hayranlıkla okudum Nabız Kayıtları’nı. Oradaki o akışkanlık, o geçirgenlik ve su… Biraz bunlarla ilgili notlarım var. Ama izninle ondan önce şu eksik kalan, çok önemsediğim bu resim konusuyla ilgili iki cümleyi paylaşmak isterim. Çünkü şöyle diyor Cansever, resme karşı ilgisinin başlaması konusunda: “İyi şiir yazmak için bir resme bakmayı bilmek gerektiğini düşünen Tanpınar’dan etkilendim.” Onun kendisine bunu anlattığını belirtiyor. Cemal Süreya da Cansever’in çalışma masasının üstünde resim albümlerinin Himalayalar gibi yükseldiğinden, onunla sürekli resim üzerine konuşup albümler karıştırdıklarından ve resme tutku düzeyinde ilgi duyduklarından söz ediyor. Bu gerçekten son derece ilginç. Yine kendi sözleriyle Cansever bakmanın, görmenin bütün olanaklarını denemek istiyorum diyor. Onu gerçekten bu denli günümüze de bize yakın kılan, bizim uzağımıza hiçbir zaman gitmemesini sağlayan gerekçelerden bir tanesi. Düz yazıyla olan ilişkisi de enteresan, şöyle diyor bir yerde: “Yaklaşıp yaklaşıp itiyorum düz yazıyı”. Su imgesi gibi. Yaklaşıp yaklaşıp itmek. Bir yerde itmek ve çekilmek. Akışkanlık meselesine baktığımızda Edip Cansever şiirinde sokaklar akıyor, caddeler akıyor, kadınlar akıyor, kuşlar akıyor, alkoller akıyor, küller, oteller akıyor, rüzgâr akıyor, ışıklar akıyor hatta ve hatta bilmiyorum bana katılır mısınız, ölüler akıyor, ölüm akıyor onun şiirinde.

Necmi Sönmez: Doğru, çok doğru. Çok iyi anlıyorum. Özellikle Ruhi Bey Ben Nasılım’da ölüm akıyor.    

Gonca Özmen: Neredeyse bütün şiirlerinde. Ölümü yanında duran bir varlık olarak neredeyse, diri anlatıyor. Kolları bacakları var sanki ve önümüze itiliyor gibi. Gerçekten çok etkileyici. Tabii figürleri ve nesneleri de soyutluyor. Dolayısıyla o bakışı, şairin bakışını yönlendiren bir şey de var. Güneşlik şiiri var mesela, hemen onu anlatayım. Kübist bir algıyla kurulmuş bir şiir biraz. Ve senin sergin, sanatın su ile kurduğu ilişkiyi yansıtması bakımından hem çok ilginç hem çok değerli hem de tartışmaya ve aslında buradan yeni üretimler çıkarmaya çok olanak veren bir yapıya, bir kurguya sahip. Bir kere çok doğurgan olduğunu söylemeliyim. Keyifle dolandım bütün odalarda ve bir iki dolanma yetmedi bana, epeyce dolandım. Bu yüzden çok boyutlu olduğunu söylemeliyim. Çok anlamlı olduğunu söylemeliyim. Bir kere tabii Perili Köşk’ün hem kent hem çevre hem de suyla kurduğu ilişki olağanüstü. İnsanın orada o mekânda kalıp kentin, boğazın, suların gün gün hatta günün her saati belki mevsim mevsim değişimini göresi geliyor. Çünkü sergiyle de Edip Cansever’in on bölümlü müthiş etkileyici çağrışımsal Düş Suda şiiriyle de seçtiğin yapıtlarla da ve yapıtlara ulaşırken geçtiğimiz koridorlarla da aslında bir akışkanlığı görüyoruz. Masaları görüyoruz, sandalyeleri görüyoruz. O koridorlardan geçerken o renkler bize çarpıyor ama geçiyoruz. Bir yolun ve yolculuğun içindeyiz ve bizi bir sanat eseri karşılayacak. Bizi bir imge, bir çağrışım selamlayacak. Gerçekten bu anlamda izlenimsel olarak son derece kışkırtıcı bulduğumu söylememe izin ver. Ellerinize sağlık her birinizin, emeği geçen herkesin. Ve bu izlemek, bakmak; Edip Cansever’in çarşılara kalabalıklara, suya, insana, nesneye bakması gibi bizim de Perili Köşk’ten sergi sayesinde çevrimiçi bile olsa başka bir temas başka bir deneyim biçimiyle bile olsa bakabilmemize şans veriyor. Bu, yeni imgelere çağırıyor hepimizi. Edip Cansever’in dediği gibi: “Bakmalar görüyorum bütün gün türlü bakmalar. Pencere bakması, sabahlar bakması, yeşil otlar bakması. Hepsi de beni buluyorlar, hepsi de bir yağmur uysallığında. Gördüm suyun ki yumuşak, gördüm ağacın ki katı.”

Necmi Sönmez: Gonca çok teşekkürler. En kısa süre içerisinde ikinizi de Perili Köşk’e bekliyorum çünkü bu konuşmayı çok farklı bir şekilde orada da devam ettirebiliriz. Anita, bunlar size gönderdiğim sorular içinde yoktu ve tabii çok geniş konular. Bunlar hakkında senin düşüncelerini almayı istiyorum. Hem şair hem çizer hem yazar hem düşünen bir yaratıcı olarak bu konudaki fikirlerin bence çok önemli.

Anita Sezgener: Teşekkür ediyorum. Akışkanlık deyince gerçekten kuir, akışkan beden, binary, non-binary, o dönemde, 50’lerde hiç olmayan çok fazla başka terminolojiler girdi gündemimize. Şu anda artık kabul ettirilen, mücadelesi verilen terminolojiler. Bu zorlu ülkede özellikle hepimizin de birebir mücadele ettiği. Çünkü İkinci Yeni diyorum da… İkinci dalga feminizmde takılıp kalmalarımız bizim ama bu akışkanlıkların alıp gidiyor olması inanılmaz çatışmalı bir ortamda… Bedensel olarak hala kadınların kocaları tarafından sokaklarda öldürüldüğü bir ortamda. Akışkanlıktan yine de bahsediyoruz, zihinsel ve bedensel. O günden bugüne en çok değişen bu oldu mesela. Şimdi şiirleri okurken, geldiğimiz bu noktada yani bu bilinçlilikte, Cansever şiirinde akışkan bedenler arıyoruz. Kadın meselesine nasıl yaklaşmış, kadınlarla ilişkisi nasıl, mizojini var mı, yok mu, haliyle böyle inanılmaz bir kurcalayıcılıkla okuyoruz eski şiirleri ama o zaman öyle bir bilinçlilik de yok. Yine de kendiliğinden Edip Cansever’de hiç böyle şeylere rastlamadım. O kadar hoşuma gitti ki kadınlara yaklaşımı, kadınların dünyasına yakınlığı. Çok sicili temiz, çok temiz bir şiir bu anlamda. İşte akışkan deyince benim aklıma ilk bunlar geldi. Çünkü buradan çok bakıyoruz. Erilliklere bakıyoruz, patriyarkaya bakıyoruz. Bu anlamda bir akışkanlık, Edip Cansever’den bana akan, beni iyi hissettiren, bu dönemde rastlanmayacak, hala da rastlanmayan bir akışkanlık var gerçekten.

Sergi çok enteresan gerçekten. Bu şekilde gezmek. Bir de o şiiri seçmiş olman zaten olağanüstü. Şiir dışlanan bir şey ya burada… Bence Necmi sayesinde bu aşılacak. Necmi, şiiri kamusallaştıracak, Necmi, şiiri başka sanatlarla birleştirecek ve görünür kılacak. Gerçekten bu şiirin görünürlüğü açısından umut verici. Bu seneki bienal de şiir projesi dahil etti programına ki bu çok sevindirici. Çünkü bu lanetli halden, Necmi sen de lanetli diyordun, çıkmak için herkes adına, bugünkü şairler, geçmiş şairler, her zamanki şairler adına çok önemli şeyler bunlar. Bu sergi de çok önemli. Bu şekilde gezilebiliyor olması ulaşılabilirliği açısından, bu sanal gerçeklik deneyimini yaşamak açısından, çok yeni yöntemlerle şiire ve güncel sanata ulaşmak açısından, mekânla kurduğu ilişki açısından, seçilen işlerle şiirin uyumsallığı açısından çok etkileyici. Belki daha sonra başka katmanlar da ses, koku katmanları da buna eklenebilir. Burada hepimizin en büyük derdi bir çeşit görünürlük ama kamusal alanda görünürlük. Biraz biraz böyle yeni projelerde olmaya başladı; güncel hayata, gündelik hayata şiiri sokma, bir kitabın imzalanıp tren istasyonuna bırakılıp onunla ilk karşılaşan insanın onu alması. Böyle şeyler mesela yayınevleri tarafından yapılmaya başlandı. Belki de oyunun daha çok işin içine girmesi. Senin düşüncende şiirin yanı sıra oyun işin içinde. Edip Cansever’de de bence oyun işin içinde. Oyun akışkanlık getiriyor, akışkanlık oyunu getiriyor. Bir de biz şimdi küçük çocuklu insanlar olarak zaten hayatımızda hep bir oyunun içindeyiz, oyun halindeyiz. Bu kadar diyeceklerim.

Necmi Sönmez: Bence hakikaten çok güzel oldu. Çok güzel bir konuşma oldu ben ikinize de teşekkür ediyorum. Kalpten teşekkür ediyorum. Çünkü çok güzel noktalara değindiniz, bu da hem sergiye farklı bir noktadan bakmak hem de o şiiri farklı noktadan ele almak açısından gerçekten etkileyiciydi. Zaman ayırdığınız için, bu konuşmada bizimle beraber olduğunuz için ben çok teşekkür ediyorum.

Gonca Özmen: Tadı damağımızda kaldı, biz de teşekkür ederiz.

                                                                                                      


1- Ekphrastic veya ecphrasis terimi, Yunancada “açıklama” anlamına gelir. Ekfrastik terimi, genellikle görsel sanat eserinin canlı, dramatik bir tanımını ifade eder.

Sayfayı Paylaş